Bilgi Paylaşımının Adresi

saglik

Duyu organlarımız, bakım ve temizliği

Kulaklarımız işitmemizi ve dengemizi sağlayan duyu organımızdır. Suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgalar gibi havada da ses dalgaları mevcuttur. Bu ses dalgaları kulağımızdaki duyu almaçları ile algılanır. Aşağıdaki şekli inceleyerek kulağın bölümleri hakkında bilgi edinelim.

Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 723x413 ebatlarında ve 110 KB. boyutundadır.



Kulak dış, orta ve iç kulak olmak üzere üç bölümden oluşur.

Kulağın Bölümleri

a) Dış Kulak: Kulak kepçesinden ve kulak yolundan oluşur. Kulak yolunun sonunda kulak zarı bulunur. Kulak kepçesi kıkırdak bir yapıya sahiptir. Kulak yolu, kulak kepçesini orta kulağa bağlayan bir kanaldır. Kulağımız kulak kiri olarak adlandırılan bir sıvı salgılar. Bu sıvı, kulak yolundaki kıllar ile birlikte kulağa giren toz vb. maddelerin kulak zarına ulaşmasını engeller.

b) Orta Kulak: Orta kulakta çekiç, örs, üzengi kemikleri, östaki borusu ve oval pencere bulunur. Üzengi kemiği vücudumuzun en küçük kemiğidir. Çekiç kemiği kulak zarına, üzengi kemiği ise iç kulaktaki oval pencereye temas eder. Bu özellikleri ile kulak kemikleri, kulak zarını iç kulağa bağlayan bir köprü oluşturur. Östaki borusu orta kulaktan yutağa açılır. Böylece orta kulak ile vücudun dışı arasındaki basınç farkını dengeleyerek kulak zarının yırtılmasını engellemiş olur.

c) iç kulak: Dalız, salyangoz ve yarım daire kanallarından oluşur. Dalız, oval pencereden gelen ses dalgalarını salyangoza iletir. Salyangozda işitme sinirleri vardır ve gelen ses dalgaları işitme sinirleri ile beyne iletilir. Vücudumuzun dengesinin bozulup bozulmadığını beyinciğe bildirme işini salyangozun üst kısmındaki yarım daire kanalları yapar.

Önemli NOT:

İç kulakta yarım daire kanalları vücudun dengesini sağlanmasında önemli rol oynar. Vücudun durumu değiştiğinde buradan beyne giden mesajlar sonucu beyin vücudun konumunu değiştirip denge sağlar

Nasıl işitiriz?



1. Kulak kepçesi ile toplanan ses dalgaları kulak yolu ile kulak zarına gelir ve zarı titreştirir.
2. Kulak zarının titreşmesiyle birlikte çekiç, örs ve üzengi kemikleri de titreşir ve bu titreşim oval pencereye iletilir.
3. Üzengi kemiği, ses titreşimlerinin oval pencereden iç kulakta bulunan dalıza iletmesini sağlar. Dalız, oval pencereden gelen ses dalgalarını salyangozdaki yarım daire kanallarına gönderir.
4. Ses, yarım daire kanallarındaki işitme almaçları tarafından algılanır ve işitme sinirleri aracılığı ile beyindeki işitme merkezine iletilir. Böylece işitme olayı gerçekleşmiş olur.

İşitme Bozukluları ve Bunların Tedavi Yolları
Çevrenizde işitme bozukluğu olan kimseler var mı? işitme bozukluklarının sebebi ne olabilir? işitme bozukluklarının birçok sebebi vardır. Bunların bazıları işitme kaybına, bazıları da sağırlığa yani hiç duymamaya yol açabilir. işitme bozuklukları doğuştan olabileceği gibi sonradan da oluşabilir. Kulak zarı sertleşmesi, orta kulakta kemik kaynaması ve iç kulaktaki zedelenmeler doğuştan olabilir. Bazen bir hastalık ya da yüksek şiddette sesler kulağa zarar verip işitme kaybına sebep olabilir. işitme kaybı oluşursa işitme cihazı kullanılması gerekir.

işitme Cihazları: Dışarıdan gelen seslerin şiddetini yükselterek onları kulağın duyabileceği seviyeye getiren küçük elektronik aletlerdir. Genellikle iç kulakla ilgili işitme kayıplarında kullanılır ancak bazen orta kulak rahatsızlıkları için de kullanılabilmektedir. işitme cihazı sesi yükseltir ama işitme kaybını düzeltmez. Mikrofon, pil ve kulaklık gibi bazı temel parçalardan oluşur. işitme cihazları duyma bozukluğu olan her yaştaki insan tarafından kullanılabilir.

Wireless Teknolojisi: Duymayan kulaktan duyan ya da az işitme kaybı olan kulağa kablosuz iletim sağlayan yeni bir teknolojidir. Hasta bu cihazla, sesleri daha iyi duyar.

Dokunma Organımız Deri

Deri, en büyük duyu organımızdır ve vücudumuzun dışını tamamen kaplar. Ayrıca vücut ısısını ayarlar, solunum ve boşaltıma yardımcı olur ve vücudu dış etkilerden korur. Derinin üzerinde dokunmayı, basıncı, ağrıyı, sıcağı, soğuğu vb. duyuları algılayan almaçlar vardır.
Aşağıdaki şekli inceleyerek derinin bölümleri hakkında bilgi edinelim.

Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 704x346 ebatlarında ve 85 KB. boyutundadır.



Deri, üst deri ve alt deri olmak üzere iki tabakadan oluşur.
Derinin bölümleri

a) Üst deri: Derinin alt bölümlerini koruyan tabakadır. Bu tabakada kan damarları ve sinirler bulunmaz. Üst derinin en dış bölümü ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Bu bölümün altında canlı hücrelerden oluşan bir tabaka bulunur. Bu tabaka, deriyi güneşten gelen zararlı ışınlardan korur. Üst deride ayrıca derinin rengini belirleyen hücreler de vardır.

b) Alt deri: Üst deriye göre daha kalın olan alt deri, canlı hücrelerden oluşur. Alt deride kan damarları, kıl kasları, sinirler, ter bezleri, yağ bezleri, kıl kökleri ve duyu almaçları yer alır. Bu bölümün en altında ise yağ tabakası bulunur. Yağ tabakası vücudu çarpmalara ve vurmalara karşı korur ve vücudun ısı kaybını önler. Burada yer alan ter bezleri, terleme ile boşaltıma yardımcı olur.

Derimizle nasıl hissederiz?

Alt derideki duyu almaçları sıcak, soğuk, basınç, sertlik, yumuşaklık gibi duyuları algılar. Duyu almaçları ile alınan duyular, sinirler yoluyla beyne iletilir ve burada değerlendirilip algılanır. Derinin her yerinde aynı oranda duyu almacı yoktur. Bu yüzden de algılama duyusu derimizin her bölgesinde aynı değildir. Parmak uçları, dudaklar gibi bölgelerde algılama daha fazladır.

Deri Hastalıkları ve Bu Hastalıkların Tedavi Yolları
Deri hastalıkları fiziki sebeplerle (kesici, ezici vb. cisimler ile kimyasal maddeler gibi) oluşabildiği gibi parazitler sebebiyle de ortaya çıkabilmektedir. Bunlardan bazıları mantar hastalıkları ile pire ve kene gibi parazitlerin ısırmalarından meydana gelen deri bozukluklarıdır. Deri iltihaplanmalarına yol açan bazı mikroorganizmalar da derideki herhangi bir yaranın üzerine kolayca yerleşebilir. Alerjik deri hastalıkları arasında ise kurdeşen ve egzama sayılabilir. Bazı deri hastalıklarının teşhisinde dermatoskop adı verilen cihaz kullanılır.

Dermatoskop:
Açık tene sahip ve vücudunda çok sayıda ben bulunan kimselerle, daha önce aile üyelerinden biri deri kanserine yakalanmış kişilerin vücutlarındaki güneş lekeleri ve benler dermatoskop ile incelenir. Dermatoskop ile yapılan inceleme sonucunda risk altında olduğu belirlenen kişilere ya ilaç tedavisi uygulanır ya da cerrahi müdahalede bulunulur.

Önemli NOT:

Derinin vücudun dışını tamamen kaplayan en büyük duyu organımızdır.

Derinin görevi vücut ısısını ayarlamak, solunuma ve boşaltıma yardımcı olmak, vücudu dış etkilerden korumaktır.

Derinin üzerinde dokunmayı, basıncı, ağrıyı, sıcağı vb. duyuları algılayan almaçların verdır.

Burun, koku alma ve solunum organımızdır. Bu organ, alınan havanın temizlenmesini, ısıtılmasını, nemlendirilmesini ve kokusunun algılanmasını sağlar. Bir süre aynı koku alınacak olursa bu koku bir müddet sonra hissedilmez. Ancak ortama değişik bir koku geldiğinde bu yeni koku fark edilir. Burnun yapısını, bölümlerini ve çevresinde yer alan sinüsleri aşağıdaki şekil üzerinde inceleyelim.

Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 648x229 ebatlarında ve 36 KB. boyutundadır.



Burun, kemik ve kıkırdakla desteklenen bir organımızdır. Burun boşluğunun duvarı, mukus salgısı üreten hücrelerle kaplıdır. Mukus salgısı üreten bu tabaka mukoza olarak adlandırılır. Mukoza burnun içinin nemli kalmasını sağlar. Burun boşluğunun üst tarafında koku almaçları bulunur. Koku almaçlarının yoğunlaştığı bölgeye sarı bölge denir.

Kokuyu Nasıl Algılarız?

1. Kokulu cisimlerden buharlaşarak ayrılan ve havaya karışan tanecikler, sarı bölgedeki mukus sıvısında çözünerek koku almaçlarını uyarır.
2. Uyartılar beynin koklama merkezine iletilir. Böylece koku algılanmış olur.

Bazı Burun Hastalıkları

Sinüzit: Sinüslerin iltihaplanmasına sinüzit denir. Doktorun tavsiye edeceği ilaçlarla tedavi edilebilir.

Saman nezlesi:
Saman nezlesi bir alerjidir. ilkbahar ve yaz aylarında polenler rüzgârlara kapılarak geniş alanlara yayılır. Aldığımız nefesle burnumuza yerleşen polenler şiddetli hapşırıklar eşliğinde burnun suya benzer bir akıntı salgılamasına neden olur. ilaçlarla ya da aşı yapılarak tedavi edilebilir.

Burun akıntısı: Burun akıntısı; nezle, saman nezlesi, sinüzit, alerjik burun iltihabı veya burna herhangi bir şey kaçmış olması nedeniyle oluşabilir. Ayrıca kızamık başlangıcında da burun akıntısı görülür.

Burun kanaması: Büyümeye bağlı olarak ergenlik döneminde burun kanamaları görülebilir. Orta yaşlarda ise tansiyon yüksekliğinden kaynaklanan burun kanamaları görülebilir. Burun kanamalarını durdurmak için yapılacak ilk yardım hastayı hemen oturtmak, başını öne doğru hafifçe eğip, burnunun kanayan deliğini on dakika kadar bastırmak, bu sırada ağızdan nefes almasını ve yutkunmasını söylemektir.

Önemli NOT:
Koku alma ve solunum organı olan burnumuz alınan havanın temizlenmesinde, ısıtılmasında, nemlendirilmesinde ve kokusunun algılanmasında rol oynar.
Yiyeceklerin bazılarının tadını severken, bazılarını ise sevmeyiz. Biberin acı, limonun ekşi, çikolatanın ise tatlı olduğunu nasıl ayırt ettiğimizi biliyor musunuz? Bu farklı tatları almamızda görevli olan dilimizin acaba başka görevleri de olabilir mi? Dilimizin tat alma, çiğneme, yutma ve konuşmaya yardımcı olma gibi görevleri vardır. Maddelerin tadının alınabilmesi için bu maddelerin tükürükte çözünmesi gerekir. Dilin yapısını ve tat alma bölgelerini aşağıdaki şekil üzerinde inceleyelim.



Dilin ucunda, yanlarında ve arkasında tat alma tomurcukları yer alır. Tat alma tomurcuklarında tatları algılamaya yarayan almaçlar bulunmaktadır. Dilimizin her bölgesi her tadı alabilir. Ama bazı tatları alan tat tomurcukları dilimizin bazı bölgelerinde daha fazladır. Dilimizin ucu tatlı, arkası acı, ön yanları tuzlu ve arka yanları da ekşi tatları daha fazla alır.

Nasıl Tat Alırız?
1. Tükürükte çözünen maddeler, tat tomurcuklarındaki almaçları uyarır.
2. Almaçlar, aldıkları uyarıları tat alma sinirlerine iletir.
3. Tat alma sinirleri beyindeki tat alma merkezini uyarır ve tat duyusu algılanır.

Bazı Dil Hastalıkları

Tat Körlüğü: insanların bir kısmı bazı maddelerin tatlarını alamazlar. Kalıtsal olan bu duruma tat körlüğü denir.

Dil iltihabı: Çürük dişler, diş eti iltihabı, sigara, çok sıcak veya çok soğuk şeyler yemeyi alışkanlık hâline getirmiş kimselerde görülebilen bir tür hastalıktır.

Dil Yaraları: Dilin etrafında görülen kızarıklık ve içi su dolu küçük kabarcıklar dil yaralarının belirtileridir. Bu hastalık hazımsızlık veya gripten kaynaklanabilir.

İşitme engelliler çevreleriyle iletişim kurmak için işaret dilini kullanırlar.
Bu işaret dili harfleri veya kelimeleri anlatmak için sadece ellerin kullanıldığı sembolik işaretlere dayanmaktadır. Bu dil, işitme ve konuşmanın yerini tam olarak almasa da işitme engellilerin iletişim sorununu büyük oranda çözmektedir.

Görme engelliler için kullanılan Braille (Breyıl) Alfabesi’nde, kabartma noktalardan oluşan karakterler kullanılmaktadır. Görme engelliler parmaklarının uçlarını kullanarak bu alfabeyle yazılmış yazıları okuyabilmektedir.

Önemli NOT:

Dil tat alma, yutma ve konuşmaya yardımcı olur.

Maddelerin tadının alınabilmesi için bu maddelerin tükürükte çözünmesi gerekir.

Dilin ucunda, yanlarında ve arkasında tatları algılamaya yarayan tat alma tomurcuklarının bulunur.

Tat alma tomurcuklarında tatları algılamaya yarayan almaçların yer alır.

Metabolizma: Canlılarda gerçekleşen yapım ve yıkım olaylarının tamamıdır.

Duyu Organlarımızın Sağlığı

Duyu organlarımızın sağlıklı kalabilmeleri için onları düzenli olarak kontrol ettirmeliyiz.

Göz sağlığımız için;
• Gözlerimizi temiz tutmalıyız. Başkalarına ait havlu ve gözlükleri kullanmamalıyız.
• Televizyonu uzun süre ve yakından izlememeliyiz.

• Okuma sırasında gözlerimiz ile kitap arasındaki uzaklığın
20–35 cm olmasına dikkat etmeliyiz.
• Gözlerimizi aşırı ışıktan korumalıyız.
• Gözlerimizin görme yeteneğini artırmak için A vitamini içeren besinler yemeliyiz.

Kulak sağlığımız için;
• Kulaklarımızı temiz tutmalıyız.
• Kulaklarımızı soğuktan korumalıyız.
• Kulaklarımızı sert cisimlerle karıştırmamalıyız.
• Kulaklarımızı dış darbelerden korumalıyız.
• Yüksek sesli ortamlarda bulunmamalıyız.
• Patlama sesi gibi şiddetli seslerin olduğu ortamlarda, oluşan basıncın kulak zarımıza zarar vermesini engellemek için ağzımızı açmalıyız.

Burun sağlığımız için;
• Burun kıllarını koparmamalıyız.
• Burnumuzu karıştırmamalıyız.
• Sigara içmemeliyiz.
• Ne olduğunu bilmediğimiz ya da kokusu keskin olan maddeleri koklamamalıyız.

Deri sağlığımız için;
• Derimizi ezilme, kesilme ve yanmalardan korumalıyız.
• Vücudumuzu temiz tutarak deri üzerinde mikropların üremesine engel olmalıyız. Bunun için derimizin üstündeki kirleri ve ölü hücreleri, sık sık yıkanarak vücudumuzdan uzaklaştırmalıyız.

Dil sağlığımız için;
• Ağız temizliğine önem vermeliyiz.
• Çok sıcak ya da çok soğuk yiyecek ve içeceklerden kaçınmalıyız.
• Alkol ve sigara kullanmamalı ve dilimize zarar verebilecek bazı kimyasal maddelerden uzak durmalıyız.

İç organlarımız





Kalp

İçi boş, kas yapısında bir organ olan kalp göğüs boşluğu içinde her iki akciğer arasında büyük bir alanı kaplar. Etrafı, perikard adı verilen bir zar ile sarılıdır. Kalp, iki akciğer arasında tepesi aşağıda tabanı yukarıda bir koni gibidir. Üçte biri orta çizginin sağında, üçte ikisi sol yanındadır. Genel olarak sternum ( iman tahtası ) arkasında eğik olarak durur. Ekseni, yukarıdan aşağıya, arkadan öne ve sağdan sola doğrudur.



Günde yaklaşık 100 bin, yılda 40 milyon, tüm insan hayatı boyunca yaklaşık 2,5 milyar kere, hiç durmadan yaklaşık 8 ton kanı vücuda pompalar.

Büyüklüğü yetişkin bir insan kalbinin büyüklüğü yaklaşık olarak yumruğunun büyüklüğü ile eşdeğer sayılır. Taban tepe uzaklığı 12 cm, en geniş yerinde 8-9 cm, ön-arka çapı 6 cm. dir. Erkekte ağırlığı 280-340 gr. kadında 230-280 gr. arasındadır. Bölümleri; Sağ atrium (Sağ kulakçık) Sol atrium (Sol kulakçık) Sağ ventrikül (Sağ karıncık) Sol ventrikül (Sol karıncık)

Her canlıda dokuların, organların ve hücrelerin; oksijen, karbondioksit, aminoasitler, yağlar, vitaminler ve mineraller gibi madde ve besinlere gereksinimi vardır.

Metabolizma faaliyetleri sonucunda oluşan artık ürünlerin de vücuttan uzaklaştırılması, vücut ısısının düzenlenmesi, asit-baz dengesinin korunması, hormonlar ve enzimlerin vücudun gerekli bölgelerine taşınması gerekir. Bütün bu işlemleri kalp ve damarlardan oluşan dolaşım sistemi yapar.

Kalp bu sistem içerisinde motor görevi yapar. Kalp dakikada 60-80 vuruş arasında değişen bir hızla kanı vücuda pompalar.

Karaciğer

Diyaframın hemen altında, sağ tarafta, yaklaşık olarak 2 kilogram ağırlığında koyu kırmızı renkte yumuşak bir organdır.



Karaciğerin görevi :
a. Proteinlerin üretilmesi ve depolanması, protein metabolizmalarının birçok yan üretimlerinin tanzim ve kontrol edilmesi.
b. Şekerin depolanması ve kanda bulunması gereken şeker miktarının ayarlanması.
c. Vücuttaki toksik ve zararlı maddelerin nötralize edilmesi.
d. Depo edilmiş yağların kullanılması.
e. Kanın pıhtılaşması için gerekli maddelerin üretilmesi.
f. Safra ve safra tuzlarımın üretilmesi. Bunlar kanallardan bağırsaklara ifraz edilmekte ve sindirime yardımcı olmaktadırlar.
g. Kırmızı kan hücreleri ve başka kan elemanlarımın üretimi için gerekli ve önemli olan maddelerin üretimi ve depolanması.
h. Günde yaklaşık olarak 4 su bardağı (1 litre) safra salgılar.
i. Vücudun ısısını ayarlar.
j. Vücudun ihtiyacı olan su ve vitaminleri yapar.
k. Kan miktarını ayarlar.
l. Hormonların görevleri üzerinde etkili olur.

Akciğer

Göğüs boşluğu içinde bulunan ve solunuma yarayan organ. Göğüs boşluğunun sağ ve sol yanlarında bulunan iki ayrı parçadan meydana gelmiştir.



Üzeri Plevra denen bir zarla kaplıdır. İçerisi, hava ile dolu olan ve "akciğer kesecikleri" denen boşluklardan yapılmıştır. Sağ akciğer üç loba, sol akciğer iki loba ayrılmıştır. İç yan yüzlerinden bronşlar, atardamarlar, toplardamarlar lenfalar ve sinirler çıkar. Ana görevi atmosferdeki oksijeni kan dolaşımına nakletmek ve kan dolaşımındaki karbondioksiti atmosfere çıkartmaktır.

Dalak

Karın boşluğunun solunda, midenin arka tarafında bulunan dalak; eskimiş kırmızı kan hücrelerini yok eder, gerektiği zaman da yeni kırmızı kan hücreleri imal eder.



Sıtma ve tifo gibi bulaşıcı hastalıklar veya kansızlık sonucu dalak hastalanabilir.

İnce Bağırsak

İnce bağırsak kıvrımlı bir yüzey yapısına sahiptir ki bu besinlerin bağırsak duvarından difüzyonu ve böylece de emilimi için uygun olan yüzey alanını arttır.



Yetişkin bir insanın ince bağırsağı, ortalama olarak, yaklaşık 7 metre uzunluğundadır.

Kalın Bağırsak (kolon)

İnce bağırsak ile anüs arasındaki kısımdır. Toplam uzunluğu 1.5 metre olup, sindirim sisteminin beşte birini oluşturur.



Karın içerisinde ters dönmüş U harfi şeklinde karnın sağ alt tarafından kör barsak (çekum ) ile başlar ve yukarı doğru çıkar (çıkan kolon) karaciğer altından keskin bir dönüşle karnı yatay olarak (transvers kolon) geçer Sol üst köşede yerleşen dalağın altına geldiğinde yine keskin bir dönüş yaparak sol taraftan aşağıya doğru yönelir (inen kolon). İnenkolon, sigmoid kolon denilen kolonun son kısmı ile Rektumla birleşir.

Mide

Karın bölgesinin sol tarafında, kaburga kemiklerinin arkasında ve diyaframın altında, oyuk ve torba biçiminde olan bir organdır. Boş mide yaklaşık 15 - 20 santim uzunluğunda, 7,5 - 10 santim genişliğindedir.



Sindirim aygıtının yemek borusu ile bağırsak başı arasında bulunan kısmı olup, içine giren yiyeceklerin kimyasal ve fiziksel olarak parçalandığı yerdir. Mide kendi çıkardığı asitten kendini korumak için yapışkan, alkalen-bazik bir mukus da üretir.

Böbrek

Omurgalılarda bulunan fasulye şeklinde boşaltım organlarıdırlar.





Böbreğin görevi ,proteinlerin parçalanması sonucunda oluşan üre gibi zararlı maddeleri vücuttan uzaklaştırırken, diğer yandan vücudun sıvı, mineral ve asit-alkali dengesini de düzenler.

Pankreas

Karın boşluğunun üst tarafında ve bel omurlarının ön kısmında yerleşik bir organdır.



Salgılarıyla sindirim fonksiyonuna yardımcı olur ve kan şekerini düzenler. Ortalama 15-20 cm uzunluğunda ve kadınlarda 55 gr erkeklerde 70 gr ağırlığındadır. Önden arkaya doğru yassılaşan pankreasın düzensiz olan biçimi çengele benzetilebilir. Yetişkinlerde, günde 800-900 cm³ pankreas özsuyu salgılanır.


Yemek Borusu

Yenilen gıdaların ağızdan sonraki geçiş bölgesi, boğaz.İçten dışa doğru örtü epiteli, düz kas ve bağ dokudan oluşmuştur.



Besinler yemek borusundan geçerken yemek borusu peristaltik hareketler yapar. Yemek borusunda sindirim gerçekleşmez. Besinler yemek borusundan mideye geçiş yapar. Yemek borusu ağız ve mideyi birleştirir.

Apandist

İnsanlarda, kalın barsağın bir çıkıntısı olan körbarsağın alt bölümüne tutunmuş, serbest olan öbür ucu çıkmaz halinde sonlanan solucan şeklinde bir barsak çıkıntısı.



Bu çıkıntının uzunluğu, 7-12 cm. dir.Görevi bademciklerin ve lenf düğümlerinin görevine benzer; kalınbağırsakta bulunan mikropları yok ederek hastalık yapmalarını önlemeğe çalışır.

Safra kesesi

Karaciğerden salgılanan safranın toplandığı, karacigerin alt kısmında bulunan torba şeklinde bir organ.



Kesenin görevi, safrayı depolayıp, yoğunlaştırmak, ve gerekli aralıklarla oniki parmak barsağına safra salgılamaktır.Yemek yendiği zaman safrakesesi kasılır ve konsantre safra ince barsağa akar ve yemeklerin sindirilmesine yardım eder.


Soluk Borusu

Nefes borusu (soluk borusu) veya trakea, vücutta solunan havanın geçtiği, boru şeklinde bir organdır. Bu boru havayı ciğerlerimize göndermemizi sağlar.Omurgalılarda trakea havanın boğazdan akciğerlere geçişini sağlarken, omurgasızlarda dışarıdaki havayı doğrudan iç dokulara ulaştırır.



Eğer soluk borumuza kazayla yiyecek kaçarsa soluk alamayıp tıkanabilir.Bu nedenle, biz yutkunurken küçük dil soluk borumuzu kapatır ve yiyeceklerin yemek borusundan aşağıya doğru gidip midemize ulaşmasını sağlar.


Anüs (makat)



Sindirim kanalının bitiş kısmı. Dışkılar boşaltım sırasında anüsten geçerek vücuttan atılırlar.

Rektum

Kalın bağırsağın son bölümüdür. Anüse açılır. Dışkının atılımdan önce tutulduğu yerdir.



Rektumun son birkaç santimetresi deriye benzer bir doku ile kaplıdır. Kalın barsağın genişlemesi sonucu oluşan ortalama 15 cm uzunluğunda olup sindirim sistemimizin son kısmıdır.

Onikiparmak Bağırsağı

Onikiparmak bağırsağı midenin hemen ötesinde 5 - 10 santim kadar uzayan incebağırsağın bir kısmıdır.



C harfi görünümündedir. Bu bağırsağın her zaman mide ile ilişik görülmesinin nedeni ise, mideye tesir eden rahatsızlıkların çoğunlukla onikiparmak bağırsağını da etkilemekte olmasından ileri gelmektedir.

Onikiparmak bağırsağının çeperi gıda maddelerinin sindirimine yardımcı olan bazı usareleri üretmektedir.. Safra onikiparmak bağırsağında depo edilmektedir ve pankreas usareleri da bu bağırsağa boşalmaktadır.

Boşaltım sistemi

Boşaltım sistemi

Boşaltım sistemi vücutta homeostazın sağlanmasında çok önemli bir yere sahiptir.

Böbrekler, üreterler ve mesaneden oluşan boşaltım sistemi, metabolizma sırasında ortaya çıkan atık maddelerin atılımından sorumludur. Vücut fonksiyonlarının devamı için hücrelerden atık maddelerin atılması lazımdır. Katı ve sıvı atıklar, kan içinde erimiş olarak taşınırlar ve böbreğe ulaştırılarak filtre edilirler (süzülürler). Bu atıklar üreterler yoluyla mesaneye geçerek, belli aralıklarla mesanede idrar olarak depolanıp, periyodik olarak vücuttan atılırlar.

Boşaltım sisteminin fonksiyonları

• Hücrelerden atık maddelerinin uzaklaştırılmasını sağlar.
• Kanın hacmini ve basıncını idrarla su kaybının düzenlenmesi yoluyla ayarlar.
• Sodyum, potasyum ve klor gibi elektrolitlerin plazma konsantrasyonlarını ayarlar.

 Solunum Sistemi

Solunum Sistemi

Tüm canlı hücreler yaşamlarını sürdürmek için oksijene ihtiyaç duyarlar. Solunum sistemi vücut hücrelerine gerekli olan oksijeni sağlar ve karbondioksit atığını uzaklaştırır.

Tüm canlı hücreler yaşamlarını sürdürmek için oksijene ihtiyaç duyarlar. Solunum sistemi vücut hücrelerine gerekli olan oksijeni sağlar ve karbondioksit atığını uzaklaştırır. İnsan oksijensizliğe en fazla 3-6 dakika dayanır. Canlılar oksijene enerji ihtiyaçlarını karşılamak için gerek duyarlar.
Dakikada 16-18 defa soluk alıp veririz. Bebeklerde bu sayı 30-40’a kadar yükselir. Solunum hızı omurilik sağındaki solunum merkezi yönetir

Solunum sisteminin fonksiyonları
  • Havanın akciğerlere ulaştırılması
  • Akciğerlerde hava ile kan arasındaki alışverişi sağlamak (oksijen ve karbondioksit değişimi)
  • Solunum yüzeyini sıcaklık değişimlerinden ve diğer çevresel faktörlerden korumak
  • Solunum sistemini ve diğer dokuları patojenlerin girişine karşı korumak
  • Sesin oluşumunu sağlamak
  • Homeostazın korunmasına yardımcı olmak
  • Kaslar ile idrar çıkarmada ve defekasyonda yardımcı olmak

Solunum Sistemi Organları



Solunum sistemi burun, ağız, farinks (yutak), larinks (gırtlak), trakea (soluk borusu), bronşlar, bronsioller, ve alveollerden oluşur. Trakeadan sonra ilk dallanan yapılara bronşlar, broşlardan sonraki daha dar çaplı yapılara da bronsioller denilmektedir.

Burun

Havanın akciğerlere giriş yeridir. Burun boşluğu nasal kemiklerle desteklenmiştir. Burun boşluğunun sırt, yani dış yan kısmı damarlı solunum mukozası ile kaplıdır. Bu mukozada mukus salgısı yapan özelleşmiş hücreler bulunmaktadır.

Burun yoluyla alınan hava içerisindeki toz ve partiküller öncelikle burun kılları tarafından tutulmaya çalışılır. Böylelikle akciğerlere mümkün olan en temiz hava ulaşmış olur. Ayrıca burundan alınan havayla akciğerlere giren hava ısıtılır.

Burun boşluğunun üst kısmında doku epiteli yer alır.
Burun boşluğunun tabanında sert damak (palatum durum) bulunur.

Yutak (farinks)

Solunum sistemi ile sindirim sistemini birbirinden ayıran bölümdür. Farinksin üst bölümü (nazofarinks) yumuşak damakla ağız boşluğu ve burun boşluğunu birbirinden ayırır. Alt bölümü (laringofarinks) ise trake ve özofagusla bağlantı yapar.

Gırtlak (larinks)

Soluk alma sırasında, hava ağız ya da burundan farenkse geçer. Farenks hem yiyecekler hem de hava için ortak bir geçiş yoludur. Farinks 2 tüpe ayrılır, birisi özafagustur ve buradan yiyecekler mideye geçer, diğeri ise larinksdir ve bu da havayolunun bir parçasıdır. Farenks sesin çıkartıldığı yerdir. Ses telleri larinkste bulunur, geçen havanın bu telleri titretmesi ile ses oluşur. Larinks trakea denilen uzun bir tüpe açılır.

Soluk borusu ( trakea)



Trakea yaklaşık 2-5 cm genişliğinde ve 10 cm kadar uzunlukta olan boru şeklinde bir yapıdır. Trakea sağ ve sol 2 tane ana bronşa ayrılır. Bir bronş sağ akciğere bir bronş da sol akciğere girer. Ana bronşlar akciğere girdikten sonra dallanması devam eder, ve her bir dallanma daha dar, daha kısa, ve daha çok sayıda tüp oluşması ve ağaç gibi bir yapı oluşturması ile sonuçlanır. Bu küçük dallanmalar bronşiyol olarak adlandırılır. Bronşiyoller bronşlara göre daha fazla düz kas içerirler.

Akciğerler

Göğüs boşluğu içerisinde en fazla hacmi kaplayan akciğerler 2 tane olup, süngerimsi yapıda, rengi açık pembe olan organlardır. Akciğerler dıştan göğüs kafesi ve alttan da göğüs ve karın boşluğunu ayıran diyaframla çevrilmişlerdir.

Sağ akciğer 3, sol akciğer 2 bölümden yapılmıştır. Bu bölümlere lob denir. Sol akciğerin 3. lobunun yerlni kalp almıştır.Sağ akciğer lobu, sol akciğere göre % 10 daha büyüktür.



Akciğerlerin çok önemli olan ıki görevi vardır. Dışarıdaki havayı alıp (soluk alma), hava içindeki oksijenin alveollerin etrafındaki kılcal kan damarlarına geçmesini ve organlardan kirli kanla gelen karbondioksidi alveollere alıp dışarı atılmasını (soluk verme) sağlar.

Akciğeri örten çift katlı zara (membran) plevra adı verilir. Bu membranın akciğerin dış yüzeyini saran saran tabakasına visseral plevra, göğüs kafesinin iç yüzündeki tabakasına ise parietal plevra denir.

Bu zar, akciğerleri sarma ve koruma fonksiyonunun yanında, içerdiği sıvı sayesinde akciğerlerin rahatça daralıp, gevşemesini sağlar.

Akciğerlere iki grup atardamardan kan gelir. Akciğeri besleyen kan, bronkial arterden gelir. Kirli kanın temizlenmek üzere geldiği damar ise pulmoner arterdir.

Bronşlar akciğerlerin içinde bronşcuklarla devam eder. Bronşcukların ucunda üzüm salkımına benzeyen alveol denilen hava keseleri bulunur.

Akciğerlerin fonksiyonel birimleri olan alveoller, küçük ve içi hava dolu keseciklerdir. Her bir akciğerde 300 milyondan fazla alveol bulunur. Alveoller kılcal kan damarları ile çevrilidir Görünüşü üzüm salkımına benzer.



Gaz değişiminin (karbondioksit-oksijen) gerçekleştiği yer olan alveoller yaklaşık 25 mikrometre çapındadır.

Alveole giren havadaki oksijen kılcal kan damarlarına geçer. Kirli kandaki karbondioksit de yine alveollerde tutularak dışarı verilir. Buna hücre dışı solunum denir.

Alveoller fagositik alveolar makrofajlara sahiptirler. Bu makrofajlar (savunma hücreleri) alveole giren mikroorganizma veya toz partikülleri gibi yabancı maddeleri yok ederler.

Solunum olayı

Alveollerin yalnız epitel dokudan yapılmış incecik duvarları vardır. Alveol duvarlarının dış yüzeyleri atar ve toplardamar kılcallarıyla bir ağ gibi sarılmıştır. Akciğer atardamarı aracılığıyla alveollerin dış yüzeylerine sürekli olarak karbon dioksit yüklü kan gelir. Buna karşın, alveollerin içine de hava borularıyla oksijen yönünden zengin hava girer ve ince duvarları aracılığıyla, içlerinde havayla kan arasında bir gaz alışverişi olur. Sayısı yaklaşık dört yüz milyon civarında olan alveollerin akciğerlerde oluşturdukları gaz alışveriş yüzeyi oldukça büyüktür. Derin bir soluk alma sırasında alveollerin yüzeyi, yani solunum yüzeyi toplamı yüz metrekareye yükselir. Bu yüzey, bir insanın vücut yüzeyinin yaklaşık elli katı demektir.

Alveollerin ince duvarlarının dış yüzeylerine gelmiş olan kandaki karbon dioksit miktarı, alveoller içindeki havaya oranla çok fazladır. Oksijen miktarı ise bunun tam tersidir. Aradaki bu gaz yoğunluğu farkı nedeniyle bir geçişme olayı olur. Kanın plazması ve alyuvarlarla getirilmiş olan karbon dioksit alveol duvarından alveollerin içine geçer. Bu sırada alveollerin içindeki oksijen de kana geçer ve kanın alyuvarlarındaki hemoglobin tarafından kimyasal olarak bağlanır. İçinde demir bulunan hemoglobin, oksihemoglobin haline dönüşür. Alveollerin yüzeyinde oksijence zenginleşen kan, toplardamar kılcalları ağıyla toplanarak akciğer toplardamarı yoluyla kalbin. Sol kulakçığına getirilir. Kalbin pompalaması sonucu, oksijence zengin olan kan, sol karıncığa, sol karıncıktan aort ve kolları aracılığıyla tüm vücut hücrelerine yayılır. Hücrelere yanaşan alyuvarlar, akciğerlerden beri taşıdıkları oksijeni hücrelere verirler ve hücrelerdeki biyolojik yanma kalıntısı olan karbon dioksiti ve diğer artık maddeleri alırlar.

Diyafram kası

Göğüs boşluğunun alt kısmını kaplayan yassı bir kastır. Aşağı-yukarı kasılıp gevşeyerek göğüs boşluğunun hacmini değiştirir. Bu nedenle akciğerlere hava girişi ve çıkışı kolaylaşır. Ayrıca göğüs kasları kasılıp gevşeyerek kaburgaların açılıp kapanmasını ve akciğerlere havanın girip çıkmasını sağlarlar

Diyafram aşağıya doğru çekilip, göğüs kasları kasıldığında kaburgalarımız yukarı kalkacağından, göğüs boşluğunun hacmi genişler. Akciğerlere hava dolar, soluk alırız. Diyafram yukarı doğru şişkin; kaburgalarımızı hareket ettiren kaslar gevşek iken göğsümü-zün hacmi küçülür. Bu durumda dışarıya hava verilir.

Soluk almada ilk olarak kaburgalar arasındaki kaslar, diyafram kası kasılır. Göğüs boşluğu ve genişler akciğerler genişler. Akciğerlerdeki hava basıncı düşer ve oksijen alveollere kadar gelir.

Soluk vermede ise kaburgalar arası kaslar ve diyafram kası gevşer. Göğüs boşluğu ve akciğerler daralır. Son olarak da alveollerdeki karbondioksit dışarı atılır.


 Sinir sistemi


Sinir sistemi

Sinir sistemi vücudun en karmaşık sistemidir ve vücut ağırlığına göre oranı %2’ dir.

Çok hücreli canlılarda birtakım iletileri, işaretleri çevreden organizmaya ve organizmanın da bir kısmından diğer bir kısmına taşımakla görevli, ileri derece farklılaşmış bir sistemdir.

Sinir sistemini oluşturan hücrelere nöron adı verilir. Basit ya da karmaşık her türlü davranış, beynin değişik bölgelerinde yer alan bir grup nöronun etkinliği ile gerçekleşir. Beynin çalışabilmesi için nöronlar arasında iletişim zorunludur. Bu iletişim, aksiyon potansiyelleri denilen elektriksel sinyallerle sağlanır. Sinir sistemi vücudun elektrokimyasal iletişim ağıdır.

Nöronların Yapısı

Bir nöron, soma, dentrid ve akson denilen üç ana kısımdan oluşur.



Soma: Çekirdek (nukleus) ve çekirdekçiği (nukleolus) ihtiva eden esas hücre kısmıdır.

Dentrid: Soma içerisinden çıkan çok sayıda dallanmalardır. Yapı olarak bir ağacın dallarını andırır. Dentridlerin görevi diğer nöronlardan gelen uyarıları alıp, nöron gövdesine iletmektir.

Akson: Gövdeden çıkan ve dallanama göstermeyen sitoplazmik uzantı kısmıdır. Her nöronda bir tane bulunur. Gövdeden çıkan akson, sinir hücresinden gelen işaretleri çevreye taşımakla görevli olup, böylece sinir hücresini diğer sinir hücreleri veya bir kas hücresi veya bir salgı bezi gibi iş yapan (effektör) hücrelerle bağlar. Mesaj iletiminde önemli rolü vardır.
Nöronlar işlevlerine göre 3 sınıfta incelenirler.

1- Duyusal nöronlar; duyuların alınmasını sağlarlar.
2- Motor nöronlar; doku, organ ya da organ sistemlerinin işleyişinde değişiklikler oluştururlar.
3- İnternöronlar; duyu ve motor nöronlar arasında yer alırlar.

Her nöron, dentritleri aracılığı ile diğer nöronlardan gelen uyarıları alır ve nöron gövdesine iletir. Bu uyarılar ya inhibitör ya da eksitatör niteliktedir. Değişik kaynaklardan gelen zıt yönlü uyarıların nöron gövdesindeki toplamına göre, nöron eksite ya da inhibe olur ve bu enformasyon nöronun aksonu aracılığıyla bağlı olduğu nöronlara ya da efektör organa (kas, salgı bezi) iletilir. Basit ve karmaşık davranış arasındaki temel fark, karmaşık davranışta daha çok sayıda ve değişik enformasyon içeren nöron gruplarının olaya katılmasıdır.


Endokrin sistem


ENDOKRİN SİSTEM

Endokrin sistem, vücudun kontrol ve düzenleme görevini sinir sistemi ile birlikte yürüten sistemdir.

Endokrin sistem sinir sistemi birlikte çalışarak organizmanın bütünlüğünü sağlar. Endokrin sistemin başlıca üç işlevi vardır.

• Büyüme, gelişme ve üremeyle ilgili olayların başlıca düzenleyicisidir.
• Metabolik aktivite ve vücut sıvılarındaki kimyasalların yoğunluğunu ayarlayarak homeostazın korunmasını sağlar.
• Sinir sistemi ile birlikte strese karşı dayanıklılığı arttırır.

Endokrin sistem endokrin bezlerden oluşur. Bu bezler hormon denen salgıyı salgılar.

Ürettikleri salgıları kana veren bezlere iç salgı bezi bu salgılara da hormon denir. Ürettikleri salgıları kanala veren bezlere ise dış salgı bezi denir. Bu salgılara da enzim denir.

İç salgı bezleri sistemi ( endokrin sistem ) birbirleriyle iletişim halindeki farklı bezlerden meydana gelir. İç salgı bezleri insan vücudunu kontrol eden bir sistemdir. Bu sistem sinir sistemiyle birlikte vücudun çalışmasını düzenler. Vücudun olağan ve olağan dışı olaylara tepkisini ayarlar. İç salgı bezleri bu işlevini salgıladıkları hormonlar vasıtasıyla sağlar. Değişik bezlerden salgılanan çeşitli hormonlar kan yoluyla ilgili organlara ulaşırlar ve bu organlara çeşitli emirler taşırlar.

Hormon

Canlıların vücudunda bulunan bezler tarafından üretilip, kan ile taşınan maddelerdir. Her hormonun etki edeceği hücre, doku veya organ farklıdır.

Az miktarda üretilip, protein ve yağ yapısındadırlar. Vücutta hormon üreten bezler; hipofiz, tiroid, paratiroid, adrenal, pankreas ve eşey bezleridir.
Sindirim Sistemi

Besin maddelerinin vücuda alınması, gerekli organlara ulaştırılması, bölünerek yapı taşlarına ayrılması, tüm hücrelere ulaşması, kana karışması ve atık ürünlerin vücut dışına atılması olayına sindirim denir.

Canlılar, hayatlarını sürdürebilmek ve gerekli olan enerji ihtiyaçlarını karşılayabilmek için dışardan besin maddeleri almak zorundadırlar. Bu besin maddelerinden enerji elde edilmesi, daha küçük moleküllere yani yapı taşlarına ayrılmasıyla mümkün olmaktadır.

Besin maddelerinin vücuda alınması, gerekli organlara ulaştırılması, bölünerek yapı taşlarına ayrılması, tüm hücrelere ulaşması, kana karışması ve atık ürünlerin vücut dışına atılması olayına sindirim adı verilir. Sindirim olayını gerçekleştiren organ ve yapılar sindirim sistemini oluştururlar.
Sindirim sistemi ağızdan başlayıp anüsle son bulan yaklaşık 10 m uzunluğunda içi boşluklu bir sindirim kanalından meydana gelmiştir.

Sindirim kanalı dıştan içe doğru dört tabakadan oluşmuştur.

Mukoza: En içteki tabakadır. Besinlerin emildiği, lenfosit, lenf düğümleri ihtiva eder. İki ince kas tabakasından ibaret olan kısmı sinir pleksuslarına sahiptir.
Submukoza : Mukoza ile kas tabakası arasında bulunan damarlı bağ dokusudur.
Kas tabakası : Çoğunluğu düz kastan meydana gelen esas kas tabakasıdır. Besinlerin sindirim kanalı boşluğu boyunca kas kasılmaları yoluyla gerçekleşen dalgalı hareketlerine peristalsiz denir.
Seroza : sindirim organları ve yolunun bir çok yerinde bulunan, ince bağ dokusundan meydana gelmiş olan en dış tabakadır.

Sindirim olayı

Besinlerin sindirimi 6 aşamada gerçekleşir.

Yeme (ingesyon) : Sindirimin ilk aşaması olan yeme, besinlerin ağız yoluyla vücuda alınmasıdır.
Mekanik sindirim: Besin maddelerinin yutulabilmesi için, dişler aracılığı ile koparılması, parçalanması, ufalanıp öğütülmesi ve mideye yollanması işlemidir.
Sindirim (digesyon) : Moleküllerin daha küçük yapı taşlarına ayrılması, kimyasal olarak yıkımıdır.
Salgılanım (sekresyon) : Sindirim kanalının epiteli ve bezler tarafından su, asit, enzim ve tuzların serbestleşmesiyle gerçekleşir.
Emilim (absorbsiyon) : Yapı taşlarına ayrılmış olan besin moleküllerinin bağırsak duvarlarında kan ve lenfatik sisteme emilerek alınması işlemidir.
Dışkılama(Defakasyon): Sindirilemeyen ya da emilemeyen besin artıklarının vücuttan dışarı atılmasına denir.

Sindirim sistemini oluşturan temel organlar

Ağız

Sindirim kanalının başlangıcı ve sindirim enzimlerinin ilk salgılandığı yerdir. Boşluğuna oral ya da bukkal boşluk (cavitas oris) adı verilir. Ağız yanaklar, sert ve yumuşak damak ve dudaklarla çevrilidir. Yanakların iç yüzü keratinleşmemiş çok katlı yassı epitelle örtülüdür. Dudaklar duyusal sinirler yönünden zengin olan yumuşak ve pembe renkli katlanmalardır. Pembe renkli görünmesi, altında yer alan kan damarlarından dolayıdır.



Dil ise müköz membranla kaplı iskelet kasından oluşmuştur. Dilin bir çok işlevi vardır. Bunlar; tat duyusunun alınması, çiğnemeye yardımcı olmak, besinleri karıştırmak, yutmaya hazırlamak, sıcaklığın algılanması bazı enzim ve mukusun salgılanımı ve konuşmaya yardımcı olmaktır.

Tükürük bezleri tükürük salgısını salgılarlar. Tükürük salgısı ağız duvarının nemlendirilmesini, çiğnenen besinlerin rahat yutulması için kayganlaştırılmasını, ağzın temizlenmesini, besin artıklarının dişlere zarar vermesini ve diş çürüğü oluşumunu önlemeyi ve besinlerin suda çözülmesini sağlar.

Günde yaklaşık 1.5 lt oluşturulan tükürük salgısının %99’u su, % 1’i ise elektrolit ve proteinlerden oluşmuştur.

Tükürük salgısı sürekli olarak ve kendiliğinden gerçekleşir, tükrük salgısının salınmasında hormonların hiç bir etkisi yoktur.

Tükürük salgısı 3 ayrı bez tarafından salgılanır. Bu bezler; parotid, submandibular ve sublingual bezlerdir.


Beyin ve Yapısı

İnsan Beyni ve Yapısı

İnsan beyni kıvrımlı bir yapıya sahip. Yaklaşık 2200 cm2 olan beyin yüzeyinin üçte ikisi, kıvrımların arasında kalmış durumda. Bu kıvrımların arasındaki hücreler sayesinde, insan ince işleri yapmak üzere parmaklarını kullanıyor, araç sürebiliyor, dilsel ve matematiksel sembollerle haberleşiyor. Bunlara benzer birçok beyinsel işlev, insanı diğer canlılardan ayırıyor. Bu şaşırtıcı özellikler beyinde bulunan 100 milyar civarındaki sinir hücresi (nöron), bir o kadar destek hücresi ve bu hücreler arasındaki sayısız iletişim ağının sonucu. Fosiller üzerinde yapılan çalışmalar, insan beyninin yapısında önemli bir değişiklik olmadığını gösteriyor. Olasılıkla, 50 bin yıl önce yaşamış olan insanla hemen hemen aynı beyne sahibiz.

1,3-1,5 kilogram ağırlığında olan beyin, vücudun en iyi korunan yerinde; kafatasının içerisinde. Beynin ağırlığı kişiden kişiye değişiyor. Yapılan araştırmalar insan beyninin ağırlığıyla işlevi arasında bağlantı gösteremedi. Örneğin, Einstein’in beyni ortalamanın altında bir ağırlığa sahip. Dar bir rafın içerisine sıkıştırılarak yerleştirilmiş bir yorgana benzeyen beyin, kafatasının içinde bütün boşlukları en ekonomik şekilde dolduruyor. Zarla çevrilmiş durumda ve muhallebi kıvamında. Bir pipetle rahatlıkla emilebilir. Beyin hücrelerinin yoğun olarak bulunduğu dış kabuğa "korteks" deniliyor. "Gri cevher" olarak da bilinen bu kısım, yaklaşık 3-4 mm kalınlığında. Beynin bu bölümünde daha çok nöronlar ve aralarda bulunan destek hücreleri var. Beyin korteksi ve hemen altındaki doku, lob denilen çeşitli bölümlerden oluşuyor. Beynin ön kısmına "frontal", orta kısmına "parietal", arka kısmına "oksipital" ve yan kısmına "temporal" lob deniliyor. Her bölümün kendine göre bir işlevi var. Beynin ön tarafındaki frontal lob, entelektüel işlevleri yürütüyor. Bu kısım içinde konuşma ve göz hareketlerinden sorumlu merkezler de var. Düşünme, planlama ve problem çözme yeteneği beynin bu kısmına ait. Görme ve işitme, beynin yan ve arka kısımlarına ait yetenekler. Beynin üst orta kesiminde bulunan "motor korteks" denen bölge, hareketlerimizi sağlıyor. İstemli hareketlerimiz için kaslara giden sinyaller burada oluşuyor. Bu bölgenin komşuluğundaysa, parietal bölgeye ait "duyu korteksi" var. Bu bölge uzuvlardan ve organlardan gelen uyarıları algılıyor. Örneğin acı, ağrı gibi duyular burada hissediliyor. Beynin arkasında bulunan oksipital bölgede görmeden sorumlu merkezler var. Beynin yanında yer alan temporal bölge işitme, hafıza, algılama, yaratıcılık ve bazı davranış biçimlerinden sorumlu. Ünlü ressam Vincent Van Gogh’un beynindeki temporal bölgeyi etkileyen epilepsi hastalığının, yaratıcılığında oldukça büyük etkisi olduğu düşünülüyor.



Beynin iç kesimlerinde bulunan "hipokampus" bellekten sorumlu bölge olarak kabul ediliyor. Bilgiler uzak belleğe gönderilmeden önce burada 2-3 hafta kadar saklanıyor. Beynin neredeyse tam ortasında bulunan "talamus" ise, adeta bir istasyon görevini görüyor. Vücuttan gelen tüm bilgiler, değerlendirilmeden önce buraya uğruyor ve beynin gerekli kısımlarına buradan gönderiliyor. Vücut ısısı, iç organların çalışmasının ayarlanması gibi bilincimizin kontrolünde olmayan bazı işlevlerin düzenlenmesi hipotalamus tarafından yapılıyor. Beynin altında bulunan beyin sapı, kalp ve solunum gibi hayati işlevleri kontrol ediyor. Bu bölgedeki hasarlar kalbin ve solunumun durmasına yol açarak ölüme neden oluyor. Ancak, beyin sapı tek başına bu işlevleri kontrol etmekte yetersiz kalabiliyor. Beyin sapının üst merkezlerle bağlantısı kesildiğinde, bir süre sonra kalp ve solunum durabiliyor. Beynin arka alt kesiminde bulunan "serebellum", diğer bir adıyla "beyincik"se hareketlerimizin koordinasyonundan sorumlu. Özellikle kıvrak hareketlerin denetiminde rol oynayan beyincik, elektrikli yılan balığı ve bazı köpek balıklarında çok gelişmiş. Beyincik, yaşamı sürdürmek için mutlaka gerekli bir bölge olmasa da, hasar gördüğünde denge bozuklukları, yürüme ve hareket güçlükleri oluşuyor.



Son yıllarda beynin sağ ve sol yarıları arasıdaki farklılıklar araştırılıyor. Beynin sol yarısı, matematiğe yatkın ve mantıkçı, eleştirisel düşüncenin kaynağı; sağ yarısıysa kavrayıcı, yaratıcı ve sanatkar. Konuşmadan sorumlu merkezler beynin sol yarısında bulunuyor. Konuşma için önemli iki merkez, temporal ve frontal bölgelerde yer alan "Wernicke" ve "Broca" alanları. Beynin sol tarafında meydana gelen bir hasar, vücudun sağ yarısını felç ettiği gibi konuşmayı da bozuyor. Buna karşın, kişinin, beyninin sağ tarafını kullanarak şarkı söyleyebilmesi gösteriyor ki, beynin içerisinde özel görevi olan bölgeler bulunsa bile, gerektiğinde diğer bölgeler bu görevleri kısmen de olsa üstlenebiliyor. Beynin ortasındaysa, her iki yarısını birleştiren bir köprü var. Beynin her iki yanının birbirleriyle ne derece haberleştiği tam olarak bilinmiyor. Bazı kuramlara göre bu iki yarının birbirinden hemen hemen hiç haberi yok.
 
Çeşitli bedensel ya da zihinsel işlevlerin beynin tam olarak neresinden kaynaklandığını anlamak için sürekli yeni yöntemler geliştiriliyor. Halen en sık kullanılan yöntemler "pozitron emisyon tomografisi" (PET) ve "fonksiyonel manyetik rezonans" (fMRI) teknikleri. Beyindeki kan akımını çok duyarlı bir şekilde ölçen bu cihazlar, beynin işlevsel haritasını oluşturmada oldukça yardımcı oluyor. Bu teknikle beynin haritasını çıkarmak, o anda çalışan bölgenin kan akımının artması ilkesine dayanıyor. Örneğin şarkı söylerken, problem çözerken ya da yemek yerken beynin değişik yerleri daha aktif hale geçiyor. Bu hareketlenme, kan akımında artışa yol açıyor. Artan kan akımı, PET ya da fMRI ile görüntülenebiliyor. Örneğin, PET tekniği kullanılarak yapılan çalışmalar, uyuşturucu bağımlılığının frontal bölgedeki dopamin düzeyinin değişmesiyle ilgili olduğunu gösterdi. Yakın bir gelecekte beynin tüm bölgelerinin görevi ortaya çıkarılabilecek. Beynin bazı bölgelerinin, hasarlı bölgelerin işlevlerini üstlenmesi ya da aynı işlevin değişik bölgelerce yapılabilmesi, beyin haritalamasını zorlayacağa benziyor.



Vücudumuzdaki kaslara, organlara ve salgı bezlerine bilgiler göndererek onların çalışmasını kontrol eden sinir hücrelerine "nöron" deniliyor. Nöronların çoğu beynin dış kabuğunda, yani gri cevherde. Beyinde 100 milyarın üzerinde nöron olduğu düşünülüyor. Bir milimetre küp beyin dokusunda 50 bin nöron var ve aralarında bunları besleyen ve temizleyen çok daha fazla sayıda (10-50 kat) "glia" hücresi bulunuyor. Nöronlar beynin en önemli hücreleri ve beynin işlevleri nöronların çalışmasına bağlı. Büyük bir gövde ve bunun uzun ince kuyruk şeklindeki uzantısı olan "akson"dan oluşuyorlar. Nöronlarda oluşan elektrik sinyalleri, aksonlar tarafından saniyede 100 metre hızla diğer hücrelere iletiliyor. Nöronlar, mesajlarını bazen vücudun çok uzak bölgelerine tek bir akson sayesinde iletebiliyorlar. Bazı aksonlar beyinden başlayıp omuriliğe kadar gidiyor ve uzunlukları bir metreyi bulabiliyor. Sinir gövdesinin uzantısı olan aksonlar, "miyelin" denen özel bir kılıfla çevrili. Bu kılıf, elektrik sinyallerinin çok hızlı iletilmesini sağlıyor. "Multiple skleroz" hastalığı gibi bu kılıfın hasar gördüğü durumlarda, bazı kasların kontrolü bozuluyor. Sinir hücrelerinin gövdesinden çıkan ve "dendrit" denen anten benzeri uzantılarsa diğer sinirlerden gelen sinyalleri algılıyorlar. Nöron gövdesindeki dendritlerin tümü, başka nöronlardan gelen aksonlarla bağlantı halinde. Nöronlar arasındaki "sinaps" denen bu bağlantılar sayesinde beyinde oluşan bir sinyal, çok kısa bir sürede vücudun istenen yerine ulaştırılıyor.
Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 700x493 ebatlarında ve 63 KB. boyutundadır.


Bir beyin hücresinin yaklaşık 20-30 bin civarında bağlantısı olabiliyor. Beyindeki toplam bağlantı sayısının 1015 olduğu sanılıyor. Beynin çalışmasını artırarak bağlantı sayısını değiştirmek. böylece beyin kapasitesini geliştirmek mümkün. Eskiden nöronlar arasındaki bağlantıların sabit olduğu düşünülüyordu. Yani, bir kere bağlantı kurulduğunda, bunun devamlı olduğu ve giderek bu sayının arttığı sanılıyordu. Yapılan son araştırmalar, bağlantıların sürekli değişebildiğini gösterdi. Toplam bağlantı sayısı genellikle sabit kalırken, bazı bağlantılar kopuyor; ancak bu arada yeni bağlantılar oluşuyor. Bu da beynin, değişen koşullara göre yapısını sürekli değiştirebildiğini gösteriyor.

Sinir hücresinde elektrik enerjisi, artı elektrik yüklü sodyum, potasyum ve eksi elektrik yüklü klor iyonlarının yer değiştirmesi sayesinde oluşuyor. Bu yer değiştirme sırasında hücre zarının iç ve dış tarafında oluşan zıt kutuplar voltaj değişikliklerine, böylece hücrede elektrik enerjisinin açığa çıkmasına yol açıyor. Bir nöron, saniyede birkaç yüz elektrik sinyali oluşturabiliyor. Hücre zarında oluşan bu elektrik sinyalleri, aksonlar tarafından saatte 200-300 km hızla aksonun ucuna doğru iletiliyor. Elektrik sinyalleri aksonun ucuna ulaştığında buradan "nörotransmiter" denen çok özel kimyasal mesajcı moleküllerin salgılanmasına yol açıyor. Aksonun ucundan bu moleküllerin salgılanması, diğer nöron ya da kas hücresi gibi hedef hücreleri harekete geçirerek, görevlerini yapmalarını sağlıyor. Nörotransmiterler, bir bakıma sinir hücrelerinden gelen uyarıların diğer hücreler tarafından algılanmasını sağlayan elçi görevini üstleniyorlar. Salgılanan molekülün yapısına göre, hedef hücrenin gerçekleştirdiği görevler de değişiyor.

Nörotransmiterler

Sinirler arasındaki iletişimi sağlayan, sinirlerden gelen uyarıları diğer hücrelerin anlamasını sağlayan nörotransmiterler, nöronlardaki en önemli moleküller arasında. Bu mesajcı moleküller, sinir ucuna gelen elektrik uyarısının sonucu olarak salgılanıyor ve hemen diğer sinir, kas ya da benzeri hedef hücrelere yapışarak burada gerekli uyarının oluşmasını sağlıyorlar. Yani, nöronlardan gelen mesajı diğer hücrelere iletiyorlar. Yaklaşık 70 yıl önce ilk bulunan haberci molekül "asetilkolin". Bunun yanı sıra, "katekolamin" (dopamin, noradrenalin) denen bir grup mesajcı molekül de beyin ve sinirlerin işlevleri için çok önemli. Katekolaminler kalp hızı, solunum gibi işlevlerin yanısıra çeşitli düşünce ve davranışları da kontrol edebiliyorlar. Beyinde bunların dışında, birçok farklı yapıda mesajcı daha var. Bunlar protein ya da bunların en küçük birimi olan aminoasit yapısında. Oldukça fazla sayıdaki hormonlar da beyin işlevlerinde önemli rol alıyorlar. Hem beyin içinde hem de salgı organları üzerinde etkili olan hormonlar, üreme işlevinden duygusal durumlara kadar birçok işlevi kontrol ediyorlar. Beynin mesajcı moleküllerinin anlaşılması, çeşitli hastalıkların tedavisi için de önemli. Son yıllarda üzerinde çalışılan molekülerden biri, "naltrekson". Bu molekül beyindeki endorfin, enkefalin gibi opiat almaçlarını (reseptör) bloke ediyor. Bu almaçların bloke edilmesiyse iştahı azaltıyor. Obezitenin tedavisinde kullanılabilecek olan naltrekson, halen deney aşamasında. Beyinde bulunan diğer bir mesajcı molekül olan "kolesistokinin"in, iştahı keserek kilo kaybına yol açtığı saptanmış. Beynin birçok hastalığında etkili olduğu düşünülen mesajcı moleküllerin her gün yenileri keşfediliyor. Bunların yapılarının ve etki mekanizmalarının daha iyi anlaşılmasıyla birçok hastalığa çözüm bulunabileceği düşünülüyor.
Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 700x496 ebatlarında ve 63 KB. boyutundadır.


Asetilkolin, istemli kasları ve kalp ritmini kontrol eden sinirlerin ucundan salgılanıyor. Sinirlerdeki elektrik uyarıları sinir ucunun, yani aksonun sonuna geldiğinde burada asetilkolin salgılanarak hücrenin dışına atılıyor. Nöronlardan salgılanan asetilkolin, kas hücrelerinin yüzeyinde bulunan almaçlara yapışarak kasın kasılmasına yol açıyor. Bu sayede koşmak, konuşmak, göz açıp kapatmak gibi her türlü istemli hareketi yapabiliyoruz. Beyindeki asetilkolin hakkındaysa çok az bilgi mevcut. Alzheimer hastalığında asetilkolin üreten hücrelerin ölmesi, bu molekülün bellek, dikkat ve öğrenme işlevlerinde önemli bir rolü olduğunu düşündürüyor.
Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 700x525 ebatlarında ve 89 KB. boyutundadır.


Proteinlerin yapıtaşı olan bazı aminoasitler de nöronlar arasında mesajcı moleküller olarak görev yapıyorlar. "Glutamat" ve "aspartat" adlı aminoasitler beyinde uyarıcı olarak görev yapan, yani diğer nöronları tetikleyen moleküller. Bu moleküllerin öğrenme ve bellekle yakından ilişkili olduğu düşünülüyor. Glisin ve GABA ise beyinde sinir uyarımını baskılayan moleküller. Diazepin grubu sakinleştirici ilaçlar, beyindeki GABA’nın etkisini artırarak işlevlerini yerine getiriyorlar.



Diğer önemli bir mesajcı molekülse "dopamin". Dopamin, hormonal sinyallerin ve hareketlerin kontrolünde görev alıyor. Hareket bozukluğuna yol açan Parkinson hastalığında beyinde neredeyse hiç dopamin olmuyor. Bu hastalığın tedavisinde, dışarıdan verilen dopamin kullanılıyor. Dopamin, beyinden bazı hormonların salgılanmasına yol açıp birçok organın işlevinin kontrolünü sağlıyor. Beyinde dopamin düzeyindeki değişiklikler, davranış ve düşünce bozukluklarına da yol açabiliyor. Dopaminin aşırı salgılanması, şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklara neden oluyor. Şizofreni hastalığının tedavisinde dopamin almaçlarını bloke eden, yani beyindeki dopaminin etkisini azaltan ilaçlar kullanılıyor.



İnsan psikolojisini etkileyen bir diğer molekülse "serotonin". Uyku, depresyon ve endişe gibi durumlar bu molekülün düzeyiyle ilişkili. Serotonin düzeyini etkileyen fluoksetin gibi ilaçlar, depresyon tedavisinde kullanılıyor. Öğrenme ve bellekle ilişkili bir mesajcı molekülse "noradrenalin". Adrenalin ve noradrenalin aynı zamanda stres molekülleri olarak da biliniyorlar. Aşırı stres, heyecan ve korku durumlarında salgılanan bu moleküller, kalp atışlarımızı ve nefes alışımızı hızlandırıyorlar. Beyinde yeni keşfedilen mesajcı moleküller arasında "trofik faktörler" sayılıyor. Bu moleküller, salgılandıktan sonra özel nöron gruplarına giderek bağlanıyor ve bu hücrelerin gelişme ve işlevlerini denetliyorlar. Trofik faktörleri kodlayan genlerin bulunması da bilim adamları arasında heyecan yarattı. Bu genleri aktif hale getirerek beynin Alzheimer ve Parkinson gibi hastalıklarını tedavi etmek mümkün olabilecek.



Beyin hücrelerini etkileyerek birçok duygu ve davranışı yönlendiren diğer mesajcılar da "hormonlar". Hormonlar sayesinde çeşitli organların çalışması denetleniyor. Strese karşı verdiğimiz cevap, çeşitli duygular, hatta cinsel davranışlarımız bile mesajcı hormonlara bağlı. Beyinde hipotalamus ya da hipofiz bezinden salgılanan çeşitli hormonlar, vücutta tiroid, yumurtalıklar ve böbreküstü bezleri gibi organlara mesaj iletiyor. Örneğin, beynin alt orta kısmında bulunan hipotalamus’tan salgılanan "gonadotropik" hormon, alt merkezlerdeki hipofiz bezinden "LH" denen başka bir hormonun salgılanmasına yol açıyor. LH, testislere giderek buradan erkeklik hormonu olan "testosteron" salgılanması sağlıyor. Belirli bir miktarda salgılandıktan sonra, testosteron, beyne giderek gonadotropik hormon ve LH salgılanmasını durduruyor. Böylece hormon mesajcılar sayesinde vücudun farklı organları arasında çok hassas bir denge oluşuyor. Hormonlar yalnızca belirli salgı bezlerini etkilemekle kalmayıp, insanların duygusal tepkilerini, moralini ve hatta kadın erkek arasındaki farklılıkları bile belirleyen moleküller arasında.



Son yıllarda bulunan en şaşırtıcı mesajcı moleküller "gaz"lar. Bu gazlar bilinen mesajcı moleküllerin özelliklerini taşımıyor. Yani, bunlar sinir uçlarında depolanıp elktrik uyarısı geldiğinde salgılanmıyor. Gerektiğinde belirli enzimler tarafından oluşturulan bu gaz mesajcılar, hücre duvarından difüzyon yoluyla geçerek hedef hücreye ulaşıyor. Gazlar, diğer mesajcılar gibi hedef hücredeki özel almaçlara bağlanmıyorlar. Hedef hücrenin zarından kolaylıkla geçen gaz mesajcılar, hücre içerisindeki hedef moleküllere bağlanıyorlar. Genellikle protein yapısında olan hedefe bağlanan gazlar, bu molekülü aktif hale geçiriyorlar. Gaz mesajcıların başında "nitrik oksit" ve "karbondioksit" gazları geliyor. Nitrik oksit, penisteki nöronlara girerek sertleşmeyi sağlıyor. Sindirim sistemindeyse normal bağırsak hareketlerinden sorumlu. Beyindeki nitrik oksitse "siklik GMP” denen bir molekülü kontrol ederek, nöronlar arası eşgüdümü sağlıyor.
 
(Beynin Sakinleştirici Molekülleri) Eskiden beyin, çalışma biçimi bakımından bilgisayara benzetiliyordu. Nöronlar uyarılmayınca bilgi akımı olmuyor, ateşlendiklerindeyse tek bir mesajcı molekül salgılayarak diğer hücreyi uyarıyorlar. Buna bağlı olarak beynin çalışma prensibinin bilgisayarlardaki "0" ya da "1" sistemi gibi olduğu düşünülüyordu. Uzun yıllardır, beyinde hücreler arasındaki iletişimi sağlayan moleküllerin yalnızca nörotransmiterler olduğu sanılıyordu. Son yıllarda işlerin bu kadar basit olmadığı, nöronlarda elektrik uyarısının ve beyin kontrolünün yalnızca nörotransmiterler yoluyla oluşmadığı anlaşıldı. Son 30 yıl içerisinde yapılan beyin araştırmaları, başka iletişim moleküllerinin de varlığını ortaya çıkardı. En önemli gelişmelerden biri, "nöropeptid" denen moleküllerin keşfi. Araştırmacılar ilk olarak beyin hücrelerinin yüzeyinde morfin benzeri moleküllerin bağlandığı bölgeler buldular. Bunlara "opiat" almaçları deniliyor. Morfin gibi kuvvetli ağrı kesiciler, bu opiat almaçlara yapışarak etkilerini gösteriyor. Daha sonra yapılan araştırmalar beynin içerisinde morfin benzeri maddelerin salgılandığını gösterdi. Uzun aminoasit zincirlerinden oluşan bu büyük protein moleküllerine "nöropeptid" adı verildi. İlk keşfedilen nöropeptid, "kafanın içinde" anlamına gelen "enkefalin". Enkefalinlerden kısa bir süre sonra bulunan "endorfin" de morfin benzeri bir madde. Nöropeptidler arasında en kuvvetli etkiye sahip olanıysa "dinorfin".



Bütün bu nöropeptidlerin farklı alt gruplarına bağlı olarak, çok sayıda enkefalin ya da dinorfin çeşidi var. Yapısındaki aminoasitlerin diziliş farklılığına göre her molekül, farklı bir işleve sahip. Örneğin bir endorfin çeşidi ağrıyı keserken, diğeri stresi azaltıyor; bir diğeriyse belleği güçlendiriyor. Halen yirmiden fazla nöropeptid çeşidi keşfedilmiş olmasına karşın, bunların sayılarının yüzlerce olduğu düşünülüyor. Bu nöropeptidlerin salgılanmasının da birçok enzimin kontrolünde olduğu düşünülecek olursa, beyinsel işlevlerin yalnızca nöronların elektrik uyarıları gönderip göndermemelerine dayanmadığı anlaşılıyor.

Nöropeptidler - Beynin Sakinleştirici Molekülleri
Nöropeptidlerler, beynin ağrı kesici, sakinleştirici ve zevk verici molekülleri. Herhangi bir olayın hoşumuza gitmesi ya da yiyecek, içecek gibi maddelerin bize zevk vermesi, bu morfin benzeri moleküllerin salgılanması sayesinde oluyor. Güzel bir resim gördüğümüzde, hoş bir melodi dinlediğimizde ya da lezzetli bir yemek yediğimizde endorfin, enkefalin ya da dinorfin gibi moleküller, nöronlardaki özel almaçlara yapışarak zevk almamızı sağlıyorlar. Beyin, bir süre sonra belirli aralıklarla salgılanan bu moleküllerin yarattığı zevk duygusuna alışıyor. Bundan sonra vücut, nöropeptid salgılanmasına yol açan maddeyi tüketerek ya da olayı tekrarlayarak bunların beyindeki düzeyini artırmaya çalışıyor. Örneğin, lezzetli bir çikolata ya da hamburgerin damakta bıraktığı lezzet, aslında beyindeki belirli nöropeptidlerin düzeylerinin artmasına bağlı. Salgılanan nöropeptidlerin verdiği haz duygusunu tekrar yaşamak için, kişide yine aynı gıdayı tüketme isteği oluyor. Aşırı şişmanlık hastalığı olarak bilinen obezitenin temelindeki mekanizmalardan birinin bu olduğu düşünülüyor. birçok zararlı madde ve ilaç bağımlılığının temelinde de endorfin ya da enkefalinler yatıyor. Nöropeptidler yalnızca haz duymaya yaramıyor. Bunlar, aynı zamanda oldukça etkili ağrı kesici özelliğe sahipler. Özellikle dinorfin, beyne zarar veren uyarıları ve ağrıyı bloke edebiliyor. Genellikle ameliyatlardan sonra ya da kanser hastalarının ağrısını kesmek için kullanılan morfin gibi ağrı kesiciler de, beyinde nöropeptid almaçlarına bağlanarak etki gösteriyorlar. Normal koşullarda bir insanı öldürebilecek kadar yüksek dozda morfinin bile, ağrı durumlarında yetersiz kaldığı olabiliyor. Bunun nedeni aşırı ağrı durumlarında, beyindeki endorfin ve dinorfin almaçlarının sayısının artması. Her türlü ağrı ve stres durumunda morfin ya da benzeri sakinleştiriciler kullanmak pratik bir çözüm değil; ayrıca çeşitli sakıncaları da var. Beynin kendi ürettiği bu nöropeptidler, genellikle ağrı ve stresi azaltmakta yeterli oluyor. Yani beyin, kendi ağrı kesicisini ve sakinleştiricisini üretebiliyor.



İkincil Mesajcılar
Mesajcı moleküllerin hücre yüzeyine yapışarak, ilettikleri mesajı hücre içerisine taşıyan "ikincil mesajcılar" da var. Sinir hücrelerinde daha uzun süreli ve kalıcı değişiklikleri bu ikincil mesajcıların yaptıkları düşünülüyor. Nörotransmiterlerin etkisi, oldukça kısa süreli. Sinir hücrelerinden salgılanıp diğer hücreyi uyardıktan sonra hemen parçalanıp, tekrar sentezlenmek üzere salgılandıkları hücreye geri dönüyorlar. Ancak, ikincil mesajcıların etkisi o kadar kısa süreli değil. Nörotransmiterlerin hücre zarını uyarmasından sonra harekete geçen bu moleküller, hedef hücrede birçok kimyasal olayın başlamasına yol açıyor. İkincil mesajcılara bir örnek, "adenozin trifosfat" (ATP) molekülü. Aynı zamanda hücre içi enerji kaynağı olan bu molekül, birçok hücre içi reaksiyonda ikincil mesajcı rolü oynuyor. Mesajcı molekül olan noradrenalin hücre yüzeyine bağlandığında, hücre içindeki ATP, AMP’ye (adenozin monofosfat) dönüşüyor. Diğer bir ikincil mesajcı olan AMP molekülünün, hücre içinde değişik görevleri var. Çeşitli iyonların geçirgenliğini artırarak ya da azaltarak hücre içerisindeki elektrik yükünü değiştirebiliyor, ya da hücre çekirdeğindeki genleri aktif hale geçirerek çeşitli enzimlerin sentezlenmesini denetliyor. Öğrenme ve hafıza gibi kalıcı beyin işlevlerinin, beynin gelişiminin bu hücre içi ikinci mesajcılara bağlı olduğu düşünülüyor.

Göz ve Gözün Yapısı

Göz, göz çukurunda bulunan, iri bir bilye büyüklüğünde, görmeyi sağlayan küremsi bir cisimdir.



1. arka oda
2. ora serrata
3. silier kası
4. kirpiksi bölge
5. Schlemm kanalı
6. göz bebeği
7. ön oda
8. kornea
9. iris
10. lens korteksi
11. lens çekirdeği
12. silier cisim (kirpiksi cisim)
13. konjunktiva
14. alt oblik kası
15. alt rektus kası
16. medial rektus kası
17. retinal arter ve venler
18. optik disk
19. dura mater
20. santral retinal arter
21. santral retinal ven
22. optik sinir
23. vortikoz veni (göz koroid veni)
24. Tenon kapsülü
25. makula
26. fovea
27. sklera
28. koroid (damar tabaka)
29. süperior rektus kası
30. retina

Göz Işığı geçirmeye ve kırmaya elverişli üç tabakanın birleşmesinden oluşmuştur. En dıştaki birinci tabakaya, "sert tabaka" ya da "gözakı" denir; bu tabaka önde tümsekleşerek, saydam tabakayı oluşturur. Beyaz ve telsel yapıda olan sert tabaka, gözü koruyan gerçek bir zardır. Çok damarlı bir bağ dokusu olan damar tabaka, iki yüzündeki boyalı hücre örtüsüyle, gözyuvarını tam bir karanlık oda haline getirir. Bunun ön bölümünde, kirpiksi cisim kasları ile kirpiksi bölge yeralır; kirpiksi bölgenin çok damarlı olan asıcı bağı gergin tutmak için kanla dolan küçük piramitler halindeki çıkıntılara, "kirpiksi uzantı" denir.



Kirpiksi bölgenin uzantısı olarak, ön bölümde damar tabaka renk değiştirerek ortası delik (gözbebeği) bir diyafram oluşturur (iris). Rengi insandan insana değişen iris, gözbebeğini büyültüp küçültmeye yarayan kas telleri kapsar: Işınsal kas telleri gözbebeğinin genişlemesini, iris büzücü kasının çember telleriyse, gözbebeğinin büzülmesini sağlar.

Gözün üçüncü ve çok ince tabakası olan ağ tabaka, duyarlı bir tabakadır. Bunun arka bölümünde bulunan ortası çukur, beyazımsı küçük kabarcık (görme sinir diski), görme sinirinin girdiği yerdir ve "kör nokta" diye adlandırılır. Kör noktanın biraz ötesinde, sarı nokta yeralır; burası da dıştan gelen görüntülerin en iyi biçimlendiği görme bölgesidir.

Gözün arka kutbuna giren görme siniri, damartabakaya doğru birçok sinir teli halinde yayılır ve üç tabaka halinde dizili nöronlarla sona erer. Birinci tabakadaki nöronların (çok kutuplu nöronlar) silindir ekseni, görme sinirinde sürer; ön uzantılarıysa, ikinci tabakanın iki kutuplu nöronlarıyla bağlantı kurar; ikinci tabakanın nöronları da, üçüncü tabakanın görme nöronlarının silindir eksenlerine bitişir. Bu tabakada, bir ucu ağ tabakanın kırmızı bölümüne giren, koni ve çubuk biçimindeki nöronlar yeralır.
Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 600x550 ebatlarında ve 54 KB. boyutundadır.
  • a: Görme siniri
  • b: Kör nokta
  • c: Sert tabaka (Gözakı)
  • d: Damar tabaka
  • e: Ağ tabaka (Retina)
  • f: Kirpiksi cisim
  • g: Arka oda
  • h: İris
  • i: Saydam sıvı
  • j: Saydam tabaka (Kornea gözü renklendiren tabaka)
  • k: Ön kamara (Humör aköz)
  • l: Mercek (Silier) Kasları
  • m: Göz merceği
  • n: Kirpiksi cisim
  • o: Jelatin görünüşlü camsı cisim
  • p: Sarı leke (Odaklama noktası)
Göz yuvarlağı içinde bulunur. Çevremizdeki cisimleri görmemizi sağlar. Göz ile algılanan uyartılar beyinde algılanır.

Göz anatomisi iki bölümde incelenir.
1) Göz küresi dışındaki yapılar,
2) Göz küresi



1) Göz küresi dışındaki yapılar: Kaşlar, göz kapakları, kirpikler, konjonktiva ve göz dışı kaslarıdır.
2) Göz yuvarlağı dıştan içe doğru 3 tabakadan oluşur.

a. Sert tabaka
Gözü dıştan saran, beyaz renkli bir tabakadır. Gözün ön tarafında saydam tabakayı meydana getirir.

Görevi: Gözü korumaktır. Gözün ön kısmında bulunan saydam tabakayı (kornea)yı meydana getirir. Kornea ışığı kırarak göz bebeğine düşürür.

b. Damar tabaka
Yapısında kan damarları bulunur. Gözün ön tarafında iris tabakasını oluşturur.iris, göze renk verir (mavi, yeşil,siyah, kahverengi). İrisin ortasında bir açıklık (göz bebeği) vardır. İris ışığa göre göz bebeğinin açılıp kapanmasını sağlar.

Görevi: Gözü korumaktır. İris de ; göze giren ışık miktarını ayarlar.
Mercek: İnce kenarlı ve esnektir. Bağ dokudan yapılmış olup, saydamdır. Kaslarla damar tabakaya bağlıdır. Göz bebeğine giren ışınları kırarak ağ tabakaya düşürür. Görülen cismin uzaklığına göre şişkinleşip yassılaşarak “göz uyumu”nu sağlar. Merceğin hareketi, damar tabakaya bağlanan kaslar sayesinde olur. İrisin önüne; “ ön oda”, arkasına; “arka oda” denir.

c. Ağ tabaka(Retina)
Göz bebeğinin tam karşısındaki çukur bölgeye “sarı benek” denir.net görüntü burada sağlanır. Göz sinirlerinin çıktığı yerde görüntü oluşmaz, buraya “kör nokta” denir.

Görevi: Işık uyartılarının alındığı yerdir. Renkli ve renksiz olarak görüntüler ağ tabaka tarafından alınarak sinirlere verilir. Bu sinirler ile görüntü beyne verilerek değerlendirilir.

• Görüntü ağ tabakanın her yerinde oluşabilir fakat ; en net görüntü sarı benekte oluşur.

Görme olayı
• Görüntü saydam tabakadan ve göz bebeğinden geçerek merceğe gelir.
• Mercek ile görüntü ağ tabakaya düşürülür.
• Ağ tabakaya gelen görüntü sinirlere aktarılır.
• Sinirler tarafından alınan görüntü beyne iletilir.
• Ağ tabakaya düşen görüntü terstir.

GÖZ KUSURLARI ve DÜZELTİLMESİ
Normal göz: Kornea ve mercekte kırılan ışınlar tam olarak retina üzerinde görme merkezine düşüyorsa hiçbir kırma kusuru yoktur ve net bir görüş elde edilir.



Miyop: Görüntü ağ tabakanın önünde oluşur. Yakındaki cisimler net görülür ama uzaktakiler net görülmez.

• Kalın kenarlı mercekle düzeltilir.
• Sebebi: mercek şişkin olduğundan; kırıcılığı fazladır. Ağ tabaka yassılaşmıştır. Göz ekseni uzundur.

Miyop gözün görmesi



Hipermetrop: Görüntü ağ tabakanın arkasına düşer yakıdaki cisimler net görülemezken uzaktakiler net görülürler.

• İnce kenarlı mercekle düzeltilir.
• Sebebi: Merceğin kırıcılığı azdır. Ağ tabaka öne doğru çekilmiştir. Göz ekseni kısadır.

Hipermetrop gözün görmesi



Astigmatizm: Görüntü ağ tabakanın önüne ve arkasına düşer. Cisimler net görülemezler, bulanık görülürler.

Sebebi: Merceğin ve korneanın pürüzlenmesiyle oluşur.



Renk körlüğü(Daltonizm): Kalıtsal bir hastalıktır. Renkleri ayırt edemezler. Bazı renkler görülmez.

Şaşılık: Göz yuvarlağını hareket ettiren kasların uzun ve kısa oluşu ile ilgilidir.
• Ameliyatla giderilebilir.

Katarakt:Merceğin esnekliğini ve saydamlığını yitirmesiyle oluşur.
• Ameliyatla düzeltilir.

Presbitlik: Göz merceği esnekliğinin azalmasıyla yakına uyum yapamaz. İnce kenarlı mercekle düzeltilebilir.

Göz tembelliği: Genellikle tek bir gözün kayması nedeniyle ortaya çıkan göz tembelliğidir. Çeşitli kırma kusurları ve görmeyi bozan göz hastalıkları da göz tembelliğine sebep olabilir. Göz tembelliği en basit tanımıyla bir gözün az görmesidir. Görüntünün net oluşmaması sonucu beyindeki görme merkezi fonksiyonunu tam olarak yerine getiremez.

• Erken teşhis edilen göz tembelliğinin tedavisi oldukça basittir. Tedavide iyi gören göz belirli zamanlarda kapatılarak tembel gözün çalıştırılması en sık kullanılan yöntemdir. Göz tembelliğinin tedavisinde cerrahinin yeri yoktur.
 
Burun ve Yapısı

Burun, güzel kokulu çiçeklerin ya da iştah açıcı yemeklerin kokularını algılamamızı sağlamanın ötesinde çok önemli işlevleri olan bir organımızdır. Soluduğumuz hava ile havadan aldığı oksijeni vücudumuzun bütün hücrelerine taşıyan kan arasındaki temel bağlantı yollarından biri burundur. Kısacası burnumuz hem koklama organı, hem de solunum yollarının başlangıcı olarak büyük önem taşır.

Soluduğumuz hava akciğerlere ulaşmadan önce, etkili bir klima aygıtı ve hava filtresi görevini üstlenen burundan geçer. Gerçekten de burun deliklerinin içinde, havayla birlikte giren iri toz ve kum parçacıklarını tutarak havayı süzen kıllar vardır. Tozlarını burada bırakan hava, daha sonra, her burun deliğinde üçer tane bulunan kıvrımlı yapıların üstünden geçer. Boynuzcuk denen bu kıvrımların üstü, sümük (mukus) dediğimiz sıvıyı salgılayan nemli bir mukoza katmanıyla örtülüdür. Havadaki toz parçacıkları burnun iç yüzeyini kaplayan bu mukoza zarına yapışıp kalır. Zarın üzerinde ayrıca ince tüy gibi kirpiksi uzantılar vardır. Bu tüylerin sürekli olarak ileriye ve geriye doğru dalgalanmasıyla toz parçacıkları ya da mikroplar burun deliklerine doğru sürüklenir ve kişinin aksırması ya da sümkürmesiyle dışarıya atılır. Burnun içindeki incecik kan damarları da havayı ısıtır ve böylece soluduğumuz tozlu, pis ve soğuk hava akciğerlere ulaşmadan önce ısıtılmış, süzülmüş ve nemlendirilmiş olur.


Resmin büyük halini görmek için üzerine tıklatın.

Burnun üst bölümünde, çok sayıda sinir hücresi içeren ve koku epiteli olarak adlandırılan iki küçük alan da koku duyumundan sorumludur. İnsanlar yaklaşık 3.000 değişik kokuyu birbirinden ayırt edebilir. Havayla taşınan "koku molekülleri" koku epitelindeki alıcılara ulaştığında beyin o kokuyu tanıyarak algılar.

Burnun ayrıca ses tonu üzerinde de belli bir etkisi vardır. Örneğin nezle olup da burnumuz tıkandığında ya da burun deliklerimizi parmaklarımızla kapattığımızda ses tonumuz değişir.



Koklamak, maddelerin kimyevi yapılarıyla bağlantılı olarak, özel alıcıları uyarmakla meydana getirdikleri kimyevi bir duyu. Burun; solunum organı olmaktan başka, koku alma organı olarak da özelleşmiştir.

Tat ve koku alma duyuları birbiriyle çok yakından ilgilidirler. Soğukalgınlığı veya nezle gibi burnun tıkalı olduğu durumlarda, insanın ağzının tadı da bozulmaktadır.

Burun iç yüzünün koku alma bölümündeki epitel hücreleri arasında yerleşmiş olan koku reseptörleri (alıcıları), diğer duyu organlarındakinin aksine, tek sinir hücresine sahiptirler; bu bakımdan tat alma reseptörlerine benzerler. Bu reseptörlerden kalkan sinir lifleri, kalbursu bölgeden geçip kafatası içine girerek koku sinirini meydana getirirler ve koku soğancığında sonlanırlar. Koku soğancığından başlayan sinir lifleri ise koku yolunu meydana getirerek, beyin ön lobunun alt yüzeyinde ilerleyip, beyin kabuğunun koku ile ilgili alanında sonlanır.

Herhangi bir maddenin koku reseptörlerini uyarabilmesi için buhar haline gelmesi ve bunun, burun epitelini yıkayan sıvıya girmesi gerekir. Kokunun alınabilmesi, ilgili madde buharını ihtiva eden havanın derince burna çekilmesi ile mümkün olur. Bazı kokuların alınması için buruna çekilmesine lüzum yoktur. Mesela, bir mutfağa girilince veya bir çöplük yakınından geçildiği zaman mahalli ve karakteristik kokular derhal burun çekmeye mahal kalmaksızın duyulur. Ancak, niçin böyle olduğu henüz kesinlikle aydınlatılmış değildir. Bununla beraber bilinen şudur ki, koku alma duyusunun meydana gelmesi için koku alma reseptörlerinin uyarılmasından doğan uyarının beyindeki koku alma alanına ulaştırılması gerekir.

Bir kokunun kuvvetli veya diğerinin zayıf oluşuna hükmetmemiz buhar yoğunluğuna bağlı olduğu gibi kuvvetli kokuya sahip madde buharının çok sayıda reseptörü uyarmasından da ileri gelir.

Burun epitelindeki reseptörlerin en değişik kaliteyi ayırt edebildiği ileri sürülmüştür. Bunlar; alkolik, aromatik kokular, badem kokusu, çiçek kokuları, eterik kokuları, kafur kokusu, meyve kokuları, mis kokusu, nane kokusu ve sedir kokusudur.

Koku alma duyu eşiğini tayin için basit, fakat ustaca yapılmış cihazlar ortaya konmuş ve geliştirilmiştir. Bunlardan en geniş ölçüde kullanılanı koku ölçer (olfaktometre)dir.

Güzel kokular, insan üzerinde hoş bir tesir meydana getirmektedir. Bu yüzden binlerce cins koku üretilmektedir. Parfümler, lavantalar, esanslar, losyonlar vb. bunlar arasındadır.

Burnu tutan hastalıklarda, koku almada bozukluklar meydana gelmektedir. Mesela ozena denilen müzmin nezlede kişi hiç koku almaz, burun mukozası körelmiştir ve pis kokulu bir burun akıntısı vardır. Mevcut olmayan kokuları almak da bir hastalıktır ve psikolojik bozukluklarla ilgilidir.

İnsanlarda destek ve hareket sistemi

Hayvanlarda olduğu gibi, insanda da vücuda biçim veren, iç organları koruyan, vücudun dik durmasını ve aktif hareket etmesini sağlayan sistem vardır. Bu sisteme destek ve hareket sistemi denir. İskelet ve kaslardan oluştuğu için iskelet ve kas sistemi de denir. Canlıların hareketini sinir sistemi ve endokrin sistem düzenler ve denetler.

Hareketler kas, kemik, ve eklemin birlikte çalışmasıyla gerçekleşir. İnsanda, destek ve hareket sistemi elemanı olan kemik doku, iskelet adını alır.

A. İNSANDA İSKELET
İnsanda iskelet sistemi, vücudun çatısını oluşturur. İskelet sistemi hareketi sağlamanın dışında iç organları koruma, kas ve iç organlara bağlanma yüzeyi oluşturma görevi de yapar. İskeleti oluşturan kemikler kalsiyum deposu olarak iş görür. Aynı zamanda kemiklerde kan hücreleri de meydana gelir.

İskelet, anne karnında sekizinci haftaya kadar kıkırdaktır, daha sonra kemikleşme başlar. Doğumdan sonra kemik gelişimim kalıtsal, bünyesel ve çevresel faktörler etkiler.

Kemik Yapısı ve Çeşitleri
İnsan iskeletin! oluşturan kemikler, şekillerine göre dört grupta incelenir;

1.Uzun Kemikler: Kol ve bacaklarda bulunur. İki ucu şişkin silindirik kemiklerdir. Kemiğin boyuna uzamasını baş kısmı ile gövdesi arasında bulunan kıkırdak doku sağlar. Bir süre sonra kemikleşir. Bundan sonra kemiğin uzaması eklem kıkırdağı tarafından devam ettirilir. En dışta enine büyümeyi ve onarılmayı sağlayan kemik zarı (periost) vardır. Baş kısmında dışta ince tabaka halinde sıkı kemik dokusu ortada süngerimsi kemik doku bulunur. Gövde kısmı tamamen sıkı kemik dokudan yapılmıştır. Ortadaki boşluğu sarı kemik iliği doldurur. Süngerimsi kemik dokuda ise kırmızı kemik iliği bulunur.

2. Kısa Kemikler: Hemen hemen boy ve genişliği birbirine eşit olan kemiklerdir. Kısa kemikler dıştan kemik zarı ile sarılmıştır. Kemik zarının altında sert kemik, ortada ise süngerimsi kemik bulunur. Süngerimsi yapıda kırmızı kemik iliğine rastlanır. Kısa kemiklerde kemik kanalı bulunmaz. El ve ayak parmakları kısa kemiklerdir.

3.Yassı Kemikler: Kalınlığı eni ve boyundan az olan kemiklerdir. Göğüs, kafatası, kürek ve kaburga kemikleridir. Kemik zarı altında sıkı kemik dokusu ve bunun ortasında süngerimi kemik doku yer alır. Kırmızı kemik iliği ile doludur. Sarı kemik iliğinin yer aldığı bir kanal yoktur.

4.Düzensiz şekilli kemikler: Değişik şekillerde olan ve genellikle diğer bir kaç kemikle bağlantı kuran kemiklerdir. Örneğin, omurlar, bazı yüz kemikleri gibi.
İnsan iskeleti yaklaşık 207 kemikten oluşmuştur. İskeleti oluşturan kemik sayışı 207 olarak belirtilmesine rağmen, bazı kaynaklarda bu sayıya kulak (6) ve dil (1) kemikleri de eklenerek sayı artırılmıştır. Bazı kaynaklarda ise kuyruk sokumu ve sağrı omurları birleşmiş olarak kabul edildiğinden, kemik sayışı daha az gösterilmiştir, iskelet baş, gövde ve üyeler iskeleti olarak üç bölümde incelenebilir .

Oval Kemikler: Örnek dizkapağı kemiği.

İNSANDA İSKELET YAPISI
İnsanda iç iskelet kemikten yapılmıştır. İskelet oluşturan kemikle yapısal olarak üç kısımda incelenir.

İNSAN İSKELETİNİN KISIMLARI:
207 kemikten oluşan insan iskeleti baş, gövde, üyeler olmak üzere üç kısımda incelenir.

1.Baş İskeleti: Beyin, beyincik ve sinir merkezlerini içinde bulundurur. Kafatası ve yüz iskeleti olarak iki kısımda incelenir.

a)Kafatası İskeleti: Alın(1), yan kafa (2), art kafa(1), şakak(2), temel(1) ve kalbur(1) kemiklerinden oluşur. Oynamaz eklemlerle birbirlerine bağlanırlar. Beyin ve beyinciği tamamen kapatarak korurlar. Yalnız omurilik ve sinirlerin giriş çıkışlarını sağlayan delikler vardır.

b)Yüz İskeleti: Tırnakçık(2), elmacık(2), burun(2), sapan(1), boynuzcuk(2), üst çene(2), damak(2), alt çene(1) kemiklerinden oluşur. Oynamaz eklemlerle birbirine bağlanmıştır. Sadece alt çene kemiği yarı oynar eklemlerle şakak kemiğine bağlıdır.



2.Gövde İskeleti: Sinir sistemi ve iç organları korur. Vücudu dik tutar. Gövdeyi oluşturan kemikler, omurga, kaburga, göğüs, omuz ve kalça kemiklerinden oluşmuştur. Omurga, boyundan kuyruk sokumuna kadar uzanan 33 omurun üst üste gelmesi ile oluşmuştur. Her omurda iki yan çıkıntı, bir dikensi çıkıntı, omur cismi, omur deliği, omur yayları ve eklem çıkıntıları vardır. Üst üste gelen omurlar kıkırdak disklerle birbirine bağlanarak omurgayı oluştururlar. Omurlar üst üste geldiğinde omur delikleri birleşerek omurga kanalını oluştururlar. Omurga kanalını omurilik doldurur. Omurga ortalama 75 cm uzunluğunda, dirençli ve bükülgen, uzun, ‘S’ şeklinde bir kemik dizisidir. Omurga bütünüyle ekle alındığında dört eğrilik göze çarpar: Öne doğru dışbükey boyun eğriliği; öne doğru içbükey sırt eğriliği(kifoz); öne doğru dışbükey bel eğriliği (lordoz); öne doğru içbükey sağrı eğriliği. Omurga beş bölgeye ayrılır.

1. Boyun (7)
2. Sırt (12)
3. Bel (5)
4. Sağrı (5)
5. Kuyruk sokumu (4)



Boyun bölgesinin birinci kemiğine atlas kemiği, ikinci kemiğine ise eksen kemiği denir.İç içe geçmişlerdir. Boyunun sağa sola dönmesini sağlarlar. Sırt bölgesi 12 omurdan oluşur. Kaburgalar bir uçları ile sırt omuruna bağlanırlar. Bel bölgesi 5 omurdan oluşur. Vücudun hiçbir kısmıyla bağlantılı olmadığı için kolaylıkla hareket edebilir. Sağrı bölgesi 5 omurdan oluşur. İnsanın dik durması ve yürümesinde etkili olan bölgedir.Kuyruk sokumu 4 omurdan oluşmuştur. Bu omurlar birleşerek tek omur halini almıştır.

Göğüs kemiği vücudun göğüs bölgesinde yer alan üst kısmı geniş, alta doğru sivrilen yassı bir kemiktir. Vücudun göğüs kısmında yer alan 15-20 cm boyundaki bu kemiğe göğüs kemiği denir. Sap, gövde ve hançerimsi çıkıntı olmak üzere üç kısımdan oluşmuştur.

Üzerinde enine ibikler ve kas-bağ bağlantı yerleri bulunur. On iki çift olan kaburgaların ilk yedi çifti göğüs kemiğine, sekiz, dokuz ve onuncu çiftler ise yedinci kaburgaya bağlıdır. Son iki kaburganın uçları serbesttir. Yüzücü kaburgalar denir.

Omuz kemerleri önde köprücük (2), arkada kürek (2) kemiğinden oluşur. Kalça kemeri kalça, oturga ve çatı kemiklerinden oluşur. Kalça kemikleri birbirleriyle ve sağrı bölgesi kemikleriyle birleşerek leğen denilen yapıyı oluşturur. Leğen gövdeye bağlanarak karın bölgesindeki iç organlara alttan desteklik sağlar.

__________________
3.Üye İskeleti:
Omuz kemeri ve kalça kemeri ile gövdeye bağlanır. Omuz kemeri, önde köprücük, arkada kürek kemiğinden oluşur. Bir ucuyla göğüs kemiğine, bir ucuyla kürek kemiğine bağlanır. Kalça kemeri, kalça, oturga ve çatı kemiğinden oluşur. Bu kemikler önden birbirleriyle, arkadan sağrı omurlarıyla kaynaşarak leğen kemiğini oluşturur. Bu yapı gövdeye bağlanarak karın boşluğundaki organlara alttan desteklik verir ve korur.

Kollar, bir pazu kemiği, bir ön kol, bir dirsek, sekiz el bilek, beş el tarak, on dört el parmak olmak üzere her biri otuz kemikten oluşur. Ön kol kemiği, dirsek kemiği tarafına dönme yeteneğindedir. Böylece elin ve dışa dönüşü sağlanır.
Bacak kemikleri, bir uyluk, bir diz kapağı, bir baldır, bir kaval, yedi ayak bilek, beş ayak tarak ve on dört ayak parmak kemiği olmak üzere otuz kemikten oluşur. Uyluk kemiği vücudun en uzun ve en sağlam kemiğidir. Üstte, yuvarlak ucuyla kalçadaki eklem çukuruna girer. Bacağın alt kısmında önde bulunan kemiğe kaval, arkada bulunan kemiğe baldır kemiği denir. Kaval kemiği üstten, uyluk kemiğinin alt ucuyla diz eklemini oluşturur.

Diz kapağı kemiği, diz eklemini korur. Ayak iskeletinde bilek kemiklerinin ikisi kaynaşarak topuk kemiğini oluşturur. İnsanlar topuk ve parmaklarıyla yere basarlar.

a)Kol Kemikleri: Pazı(1), ön kol(1), dirsek(1), bilek(8), tarak(5), parmak(14)
b)Bacak Kemikleri: Uyluk(1), dizkapağı(1), kaval(1), baldır(1), bilek(7), tarak(5), parmak(14)
Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 585x434 ebatlarında ve 80 KB. boyutundadır.


2. Eklem Yapısı ve Çeşitleri
Kemikler, yan yana ve uç uca geldiklerinde görevlerine ve hareket durumlarına göre aralarında bağlantılar yaparlar. Bu bağlantılara eklem denir. Eklemler hareket derecesine göre üç bölümde incelenir:

Oynamaz Eklemler: Kafatası gibi iskeletin hareket etmeyen kısımlarındaki kemiklerde görülür. Kemikler, çok sıkı şekilde birbirine testere dişi gibi girinti ve çıkıntılarla bağlıdır (Şekil 3.14).

Az Oynar Eklemler: Hareketleri sınırlı olan eklemlerdir. Omurların eklemleri bu tiptir. Omurlar birbiri üzerine doğrudan doğruya binmezler, aralarında fibröz kıkırdaktan yapılmış yastıklar (diskler) vardır. Aynı zamanda omurlar birbirleriyle ligamentler (kirişler) aracılığıyla bağlanmıştır. Kaburgaların göğüs kemiği ile yaptığı eklem de az oynar ekleme örnektir. Omurlarda disklerin kaymasıyla bel fıtığı denen omurga rahatsızlıkları oluşur.

Oynar Eklemler: Çoğunlukla vücudun hareket görevini üzerine almış kemikler arasında görülen tam hareketli eklemlerdir. Bu eklemlerde, iki kemikten birinin çıkıntısı ile diğerinin girintisi birbirine uyacak şekildedir (Şekil 3.15). İki kemiğin arasında sinoviyal boşluk olduğundan kemiklerin serbest hareket etmesi sağlanır.. Eklem kıkırdakları kemiklerin uçunu örterek hem onlara uçlarda düzgünlük verir; hem de kısmen esneklik kazandırır. Sinoviyal boşluğu içten saran sinoviyal zar vardır. "Sinoviyal zar", kan ve lenf damarların-dan sinoviyal sıvıyı (eklem sıvısı) süzmeye yarar. Bu sıvı eklemlerin kaygan olmasını sağlar. İleri yaşlarda eklem katılaşmaları bu süzme görevinin bozukluğundan olur. Eklemleri oluşturan kemikler birbirlerine ligamentler ve kısmen kaslarla bağlanır. Eklemlerin üzerinde eklemi koruyan eklem kapsülü bulunur.

İSKELET HASTALIK VE RAHATSIZLIKLARI
İskeletle ilgili hastalıklar kemikleri(kırıklar, iltihaplar, kanserler vb.) ve eklemleri etkiler (çıkıklar, artrozlar vb.) etkiler.



Kırıklar: Doğrudan doğruya kemik üzerine veya çevre dokulara etki eden darbeler ve çarpmalar sonucunda kemik dokusu bütünlüğünün bozulmasına kırık adı verilir. Dokuların zayıflamasına bağlı olarak kendiliğinden oluşan kırıklar da görülmekle birlikte, kırıkların büyük bir çoğunluğu travmalar nedeniyle meydana gelir. Darbenin şiddetine ve niteliğine göre kemiklerde çatlaklar ve iki veya çok parçalı kırıklar ortaya çıkabilir. Kemik parçaları yaradan dışarı çıkıyorsa açık kırıktan söz edilir. Klinik açıdan kırık tanısı radyografilerle konur ve değişik şiddette ağrılarla beraber işlev kaybının bulunmasıyla kendini gösterir.

Tedavinin temeli, zarar gören kemik parçalarının cerrahi yöntemlerle yerine yerleştirilmesinden sonra vücudun o bölümünün hareketsizleştirilmesine dayanır. Basit kırıkların tedavisi için dış ateller yeterli olur. Buna karşılık parçalı kırıkların tedavisinde cerrahi girişime baş vurulur ve vücutta yabancı cisim tepkimelerine yol açmayan metal çiviler, levhalar ve çubuklar kullanılır.

Hareketsizleşme süreci içinde vücut kendi kendine yeni bir kemik dokusu üreterek kırık yerin kaynamasını sağlar. İlk dönemde kırık parçaları arasında kalan boşluk kan ve lenfle dolar; bu sırada bağ dokusu tomurcukları kan pıhtısının içine yerleşerek bir bağ dokusu nedbesi yaratır. Daha sonra kan damarları aracılığıyla komşu kemiklerdeki kalsiyum depolarından sağlanan kalsiyum, nedbenin mineralize olmasını sağlar. Damarca zengin kemik zarı bu dönemde önemli bir rol oynamaktadır. Kemik dokusunun eski halini kazanabilmesi daha uzun bir sürede gerçekleşebilir.

Kemik İltihapları: Kemik dokusunu etkileyen iltihabi hastalıklar mikrobik, paraziter(asalaklara bağlı) veya kimyasal kaynaklı olabilir. Genellikle alçı uygulanması ve antibiyotiklerin kullanılması hastalığın tedavisi için yeterli olur.
Büyüme ve Kireçleşme Bozuklukları: En önemli büyüme bozukluğu olan cücelik boyun yetersiz uzaması demektir. Cücelik hormon bozukluğuna bağlı olabileceği gibi metabolizma bozukluklarına da bağlı olabilir. Nadir görülen bir kalıtımsal hastalık olan akondroplazide ise kemik büyümesini sağlayan büyüme kıkırdakları çok erken yaşta kapanır.



Aşırı boy uzaması ve irileşme ile kendini gösteren jigantizm hastalığı bazı durumlarda hipofizin aşırı çalışması ve büyüme hormonunun fazla miktarı üretilmesi nedeniyle oluşur. Bu hastalığa yakalanan kişilerde iri cüsseye rağmen, kas gücü normalin altındadır ve hassas bir yapı bulunur.

Kemiklerde ilerleyici kireçsizleşmeye yol açan ve kemik erimesi olarak da bilinen osteoporoz özellikle menopoz dönemindeki kadınlarda ortaya çıkar. Hastalığın nedeni hormon düzeninin bozulmasıdır.

Ur Hastalıkları: Vücudun bütün diğer organları gibi kemiklerde de habis urlar ortaya çıkabilir. Ur kemik dokusundan kaynaklanabileceği gibi başka bir organdan kaynaklanan bir metastaza da bağlı olabilir. Kemik dokusundan çıkan osteosarkom daha çok çocuklarda ve gençlerde bacak kemiklerinde görülür. Daha sık rastlanan ikincil kanserler sıklıkla ileri yaşlarda ortaya çıkar; bunlarda şiddetli ağrılar ve kemik dokusunun ileri derecede hassas hale gelmesi gibi belirtiler bulunur.

Eklem Hastalıkları: Travmalardan ileri gelen eklem hastalıklarına örnek olarak burkulmalar ve çıkıklar sayılabilir. Ayrıca yeni doğanda doğuştan kalça çıkığı adı verilen bir durum görülebilir. Romatolojik hastalıklar sınıfında yer alan diğer iki önemli eklem hastalığıda artroz(eklem kıkırdağının tahrip olması) ve artrittir.(eklem boşluğunu kaplayan dokunun iltihabı)
KAS SİSTEMİ
Kaslar kasılabilen, dolayısıyla da hareketleri sağlama özelliği olan yapılardır. Vücuda desteklik eder, hareketi sağlar, vücut ısısını meydana getirir. Ayrıca iç organları bağlar ve onları askıda tutar. Çeşitli organizmalarda farklı kas tipleri vardır. Protistlerde çizgisiz kas telcikleri bulunur. Basit özellikte olmasına rağmen bir tek hücreli olan paramesyum da kontraktif kofullar kas işlevi görür. Omurgasızlarda ise çoğunlukla düz kaslardan oluşur. Yavaş ve ritmik kasılırlar.

Solucanlarda, yumuşakçalarda düz kaslar bulunur. Eklembacaklılarda uçma ve sıçramayı sağlayan çizgili kaslar bulunur. Tüm omurgalılarda iskeleti hareket ettiren çizgili kaslar, yemek borusunda, midede, bağırsaklar, kan damarlarının duvarlarında, üreme organları ve diğer organ duvarlarında ise düz kaslar bulunur. Kaslar düz kas, çizgili kas ve kalp kası olmak üzere üç çeşittir.



1.Düz Kaslar: Hücreleri mekik şeklindedir. Büyüklükleri bulundukları yere göre değişir. Çekirdekleri hücrenin orta kısmında bulunur. Tek çekirdeklidirler. Sitoplazmasına sarkoplazma, hücre zarına ise sarkolemma denir.

Sitoplazmada görülen, boyuna iplikçiklere ise miyofibril denir. Miyofibriller, aktin ve miyozin denilen kas proteinlerinden oluşmaktadır. Kasılmayı bunlar sağlar.

Düz kaslar istem dışı hareket eden kaslardır. Kasılmaları yavaş ve düzenlidir. Otonom sinir sistemi kontrolünde çalışırlar. Eklembacaklılar hariç tüm omurgasızlarla omurgalıların dolaşım, sindirim, solunum gibi sistemleri meydana getiren organların duvarlarında önemli ölçüde düz kaslar bulunur.

2.Çizgili Kaslar: İskelet sistemiyle bağlantılı olan kaslardır. Beyin kontrolünde isteğe bağlı olarak çalışırlar. Kasılma hareketleri merkezi sinir sistemine ait motor sinirlerle kontrol edilir. Düz kaslara oranla daha hızlı kasılabilirler.

Hücreleri uzun ve silindirik şeklinde olup hücre sınırları belirsiz olduğundan çok çekirdekli görülürler. Oval şekilli çekirdekler hücrenin kenar kısmında bulunurlar. Bir çizgili kasın yapısı tüm bir kastan yapı birimlerine doğru; kas demeti, kas teli, telcikler (miyofibril, aktin ve miyozin proteinleri) olarak sıralana bilinir. Sarkoplazma içinde miyofibriller arasında dağılmış zengin bir endoplazmik retikulum ağı (sarkoplazmik retikulum) vardır. Miyofibriller özel bir diziliş gösteririler. Bu diziliş açık ve koyu bantlar meydana getir.

Kas liflerinde açık renkli görülen I bandı, koyu renkli görülen A bandı olarak isimlendirilir. I bandını tam ortasında koyu renkli ince çizgi Z bandı olarak adlandırılır. A bandının ortasında görülen bölgeye ise H bandı adı verilir. Kas dokusunda ard arda gelen iki Z bandı arasındaki bölgeye sakromer denir ve kasılma birimi olarak kabul edilir. Miyofibriller çok daha ince ipliklerin düzenlenmesiyle meydana gelmişlerdir. Bunlardan kalın ve kısa olanlarına miyozin, ince ve uzun olanlarına ise aktin iplikleri denir. Bu ipliklerin temel yapıları proteindir.

Miyozin iplikleri komşu I bandına geçmezler. Aktin iplikleri ise I bantların meydana getiriler ve kısmen iki taraftan A bandının içine girerler. Böylece A bantlarının ucunda miyozin ve aktin iplikleri bulunurken orta kısımlarında sadece miyozin iplikleri yer alır. Sadece miyozin ipliklerinden oluşan bu kısım H bandını meydana getirir. Aktin iplikleri I bandının ortasında birleştikleri yere de Z çizgisi denir. Kasa çizgili görünüm bu şekilde kazandırılmıştır. I bandı yalnız aktin ipliklerinden, H bandı yalnız miyozin ipliklerinden, A bandı ise hem aktin hem de miyozin ipliklerinden oluşur.

Kas Proteinlerinin Sıralanışı: Kas telleri aktin ve miyozin proteinlerinden başka hemoglobine benzeyen miyoglobin proteinini içerirler. Miyoglobinin görevi kaslarda O2 azaldığı zaman kandan O2 almak ve oksidasyonu sağlamaktır. Miyofibrilin O2’e bağlanma kapasitesi hemoglobinden fazladır. Çizgili kasların kemiklere bağlandığı yerler sıkı bağ dokudan yapılmıştır. Bunlara kas kirişleri veya tendonlar denir. İskelet kasları bir taraftan hareketli bir kemiğe bağlanırken diğer taraftan mutlaka hareketli bir ekleme bağlanmışlardır. Kemiğe bağlandığı nokta başlangıç noktası, ekleme bağlandığı nokta sonlanış noktasıdır. Bu iki tutunma arasında kalan kısım karın kısmıdır. İskelet kasları çoğunlukla çiftler halinde çalışırlar.

3.Kalp Kası: Çizgili kas olmasına rağmen irademiz dışında kasılma faaliyeti gösteriri (Otonom sinir sistemine bağlıdır). Bu kas enine bantlaşma gösterir. Kas telleri kısa boylu olup tek çekirdeklidir. Birbirine bağlandıkları yerde ara diskler bulunur. Sürekli çalıştıkları için oksijen gereksinimleri çok fazladır.
 
KAYAN İPLİKLER HİPOTEZİ
Bu hipoteze göre kasılma aktin ve miyozin ipliklerinin hareketine bağlı olup ince aktin iplikçiklerinin kalın miyozin iplikçiklerinin üzerinden kaymasıyla gerçekleşir. Miyozin iplikçikleri hareket etmez, aktin iplikçiklerinin boyları kısalmaz ama iki elin parmakları gibi iç içe geçerek kayarlar. Kasılma sırasında A bandını boyu değişmezken I bandı kısalır, H aralığı yok olur. İki Z çizgisi birbirine yaklaşır. Böylece kas kasılması gerçekleşir.

Gevşeme anında ise tam tersi gerçekleşir. Kas eski özelliğine kavuşur. Bu mekanik olayda bazı kimyasal maddeler görev aldığı gibi çok miktarda da enerji harcanır. Kaslar enerjinin yoğun üretildiği ve harcandığı yerlerdir. Bu yüzden kas hücrelerinde ve özellikle kalp kasında mitakondrilerin sayısı oldukça fazladır. Antagonize Hareket: İskelet kasları genelde çiftler halinde çalıştığından her grup birbirinin tersine hareket eder. Biri kasılırken diğerinin gevşeyip uzaması şeklinde gerçekleşen bu harekete antagonist hareket denir. Kalpte kulakçık ve karıncıkların kasılıp gevşemesi ile kol ve bacakların bükülmesi buna örnektir. Bu tür kaslara antagonist kaslar denir. Eklem dik ve hareketsiz kalırsa her iki grup kas da aynı anda kasılıp gevşer. Bu tür kaslara ise sinerjist kaslar denir.
 
KAS SARSISI
Bir kasa kısa süreli bir uyarının etki ettiğinde kas önce kasılır, sonra gevşer ve eski halini alır, bu olaya kas sarsısı (kasıl sarsılma) denir. Kas sarsısını ölçen alete miyograf denir. Bu aracın çizdiği grafiğe de miyogram denir.
Bir kas sarsısı üç evrede tamamlanır.

I.Gizli Faz: Uyarmanın alınması ile kasın kasılmaya başlaması sırasında geçen faz.

II.Kasılma Fazı: Kasın giderek kalınlaşıp kısaldığı faz.

III.Gevşeme Fazı: Kasın kasıl durumundan ilk halini alıncaya kadarki faz. Dinlenme fazına geçmeden kasa üst üste verilen uyartılar, kasın normalden fazla kasılmasına neden olur. Bu olay birikim denir. Birikimde tek tek kas sarsılarının birbirine katılmasıyla uyum içinde kuvvetli kas hareketleri olur.



Fizyolojik Tetanoz ve Tonus: Çizgili kasların uyarılarak kasılmasını beyin ve omurilikten gelen sinir impulsları sağlar. Kas hücrelerinin hepsi bir veya birkaç noktadan sinir hücreleriyle temas halindedir. Bir kas, kısa aralıklarla sıkı sık sinir impulsları ile uyarılırsa sürekli bir kasılma hali gösterir. Buna fizyolojik tetanoz adı verilir. Fizyolojik tetanos halindeki kas gevşemez. Normal bir kas dinlenme halinde bile hafif kasılı durumdadır. Buna tonus denir. Felç ve baygınlık dışında kaslar tonus halindedir. Felç gibi nedenlerle hareket yeteneğimizin kaybolması kasların bozulmasından değil, kaslara uyartı taşıyan sinirlerin zedelenmesinden dolayıdır. Tonus uyartılara daha çabuk cevap vermemizi sağlar.

__________________
KASILMANIN KİMYASAL AÇIKLAMASI
Çizgili kaslar miyelinli sinir lifleri ile uyarılır. Sinir uçları kas hücreleri üzerinde bir çok kollara ayrılarak sonlanır. Bu noktalara motor plak denir. Sinir ve kas hücrelerinin bir araya geldiği bölgede sinir hücreleri tarafından bir tür sinir hormonu (nörotransmiter) olan asetilkolin salgılanır. Asetilkolin hormonunun görevi kas hücrelerinin endoplazmik retikulumlarında depo edilmiş bulunan Ca++ iyonlarını aktin ve miyozin proteinlerini arasına yaymak ve kasılma hareketini başlatmaktır. İşte kasılma olayı bu değişmelerle birlikte başlar. Kas telcikleri kasılır.

Kasın kasılması için gerekli uyarı şiddetine eşik şiddeti denir. Kasın bir kez kasılıp gevşemesine de kasıl sarsı denir. Bir sarsılmanın olabilmesi için uyarın belli bir şiddetten yukarı olması gerekir. Daha hafif şiddetteki uyarılara, kas cevap vermez, sarsıntı olmaz. Uyarının şiddeti arttıkça kasılmada belli bir dereceye kadar fazlalaşır. Ancak öyle bir an gelir ki, şiddet ne kadar artarsa artsın kasılmanın derecesi değişmez.

Kalp kasınsa ise durum farklıdır. Kalp kası her zaman daima verebileceği karşılığın en büyüğünü verir. Kalp kasının sarsı doğuran en küçük şiddetteki uyarana ve en büyük şiddetteki uyarana verdiği karşılık daima aynıdır. (Ya hep ya hiç kuralı)

Kasılma için gereken enerji ATP’den karşılanır. Ancak kasılma olayı çok fazla enerji harcanmasını gerektirir. Harcanan ATP’nin hemen sağlanması için yalnız kaslara özgü yedek enerji deposu mevcuttur. Bu yedek enerji deposuna kreatin fosfat (CP) denir. Kreatin fosfatın yüksek enerjili fosfatı kopar ve ADP ile birleşir. Böylece hemen ATP sentezi sağlanmış olur.

• ATP (Ca++) ADP + P +Enerji
• Kasılma anında: Kreatin fosfat + ADP ATP + Kreatin
• Dinlenme anında: Kreatin + ATP Kreatin fosfat + ADP

Kreatin fosfatın buradaki görevi acil enerji ihtiyacını karşılamak için ADP’ye P vererek ATP üretmektir. Kasın çabuk ve sürekli hareketi bu şekilde sağlanır. ATP elde etmenin bir diğer yolu ise kastaki glikojenin glikoza, glikozu da glikoliz ile ATP’ye dönüştürmesidir. Glikoz olayı glikojen ile başlar ve pürivik asidin laktik aside dönüşmesi ile tamamlanır.

a) Zor ve uzun süreli hareketler sırasında, kas hücreleri kasa yeteri kadar oksijen taşıyamaz. Glikoliz laktik aside parçalanır.

Kas glikojeni Glikoz Pürivik asit Laktik asit + 2ATP
Laktik asit, sinir uçları ile kas tellerinin arasını kapayarak uyartının iletilmesini engeller. Buna kas yorgunluğu denir. Dinlenme anında kasa yeteri kadar oksijen gelir. Laktik asidin çoğu glikojene dönüşür, bir kısmı da mitakondrilerdeki krebs çemberine girebilmek için pürivik aside dönüşür. Açığa çıkan enerji kreatin fosfatta depolanır. Bu şekilde laktik asit oksidasyonu sağlanarak kas yorgunluğu giderilir.

b) Kasa yeteri kadar oksijen geldiğinde hücre solunumu yapılır.
Kas glikojeni Glikoz Pürivik asit 6CO2 + 6H2O +38ATP
Açığa çıkan enerji daima kreatin fosfatta depolanır. Hücreler çok miktarda mitakondri kapsamazlar. Kreatin fosfat kasılma için gerekli olan enerjiyi sağlayan ATP’yi isteği anda meydana getirir. Fakat hücreler çok miktarda kreatin fosfat kapsamaz. Enerji önce glikojenden sağlanır. Kasların kasılması için yaralanılan enerji kaynağı kas glikojenidir.
 
KAS HASTALIKLARI
Güçsüzlük, felçler ve bunun gibi işlevsel bozukluklarla kendini gösteren kas hastalıklarını nitelendirmek için miyopati terimi kullanılır. Fakat, kasların işlevi sinir sistemine bağlı olduğu için bu terim yetersiz kalmaktadır. Günümüzde daha çok sinir-kas hastalıkları veya motor ünite hastalıları terimleri kullanılır.

Kastaki Hastalıklar: Kas liflerinde ortaya çıkan bozuklukların çoğu, bir tek genin hasarına bağlı, monogenik bozukluklardır; distrofik görünüm, kasın hacminin azaldığı atrofiler ve miyopatiler bunlara örnek verilebilir. Bu bozukluklar sonucunda kas işlevleri ya çok zayıflar yada felçler ortaya çıkar.

Motonörondaki Hastalıklar: Motonöronların akson uzantılarında veya hücre gövdelerindeki bozukluklar bu nöronların bağlantılı olduğu kas hücrelerini atrofiye uğramasına yol açar; bunun nedeni, hiçbir emir alamayan hücrenin işlev görememesidir.

Motorplaktaki Hastalıklar: Sinirle kasın birleştiği motor plakta, kas zarı üzerinde yer alan asetil kolin alıcılarında görülen bozuklular, sinirsel uyarının kasa gerektiği gibi geçebilmesini engeller ve kas yeterli cevabı veremez.

Sarkoplazmadaki Hastalıklar: Sarkoplazmik retikulum borucuklarındaki anormallikler, kalsiyumun toplanması ve pompalanmasıyla ilgili işlevsel bozukluklara yol açar. Bunun sonucunda anormal bir ısı çıkaran denetimsiz kasılmalar ortaya çıkar.

Bütün bu hastalıklar erken çocuk çağından yaşlılığa kadar yaşamın her döneminde ortaya çıkabilir. Neden oldukları klinik belirtiler kişiden kişiye veya aynı kişinin farklı kas gruplarında değişiklik gösterir.
 
Ayaklar

Ayakları kimse takdir etmese de, istatistikler ediyor. Beşikten mezara kadar, günde yaklaşık 150 milyon adım atıyoruz. Yaşam boyunca, ortalama 100.000 kilometre yürüyoruz, bu da yaklaşık olarak dünya etrafında 2,5 tur anlamına geliyor. Günde yaklaşık 3 kilometre yol yürüyen ortalama bir insan için oldukça etkileyici bir performans... Ancak, garsonlar, postacılar, gezginler ya da uzun mesafe, yürüyüş yapanların aldığı günlük mesafe rahatlıkla bunun iki veya üç katına çıkabiliyor.

Kadavralar üzerinde araştırmalar yaptığı için konu hakkında bilgisi olan doğa araştırmacısı Leonardo da Vinci, "Ayak, 26 kemik, 114 bağ ve 20 kastan oluşan bir sanat eseridir" demişti. Anatomik olarak bakıldığında bu sanat eserinin temel yapısını, 7 bilek kemiği, 5 tarak kemiği ve 14 parmak kemiği oluşturuyor. Bu kemikler iç içe geçmiş iki kemer şeklinde: biri ayağın uzunluğu yönünde, ikincisi de ayağın ön bölümünde enine doğru... Çok sayıda bağ ve kas kirişi, tüm bu parçaların birbirine bağlanmasını ve birlikte çalışmasını sağlıyor. Bir eldiven gibi hareketli ve esnek, ama aynı zamanda sağlam ve dengeli olmak gibi birbirine tamamen zıt iki temel işlevi ancak bu şekilde gerçekleştirebiliyor. Ayrıca, dengede durma eylemi için birçok canlı dört desteğe ihtiyaç duyarken, insan iki ayaküstünde durabiliyor.

Hareket halindeyken inanılmaz şeyler yapabiliyor. 100 kiloya varan ağırlığı, topuklardan eklem kemiklerine aktararak yay görevi görüyor. Topuk, derialtı yağ dokusuna bağlı bulunan odacıklarla dolu bir bağ ve yağ dokusundan oluşuyor. Bu yapısıyla, yürüme sırasında serbest kalan hareket enerjisini frenleyen yüksek nitelikli tampon görevi görüyor. Doktorlar, dünyada ayak kadar hassas ve güvenilir bir şekilde fren yapabilen başka bir sistemin (ABS de dahil) daha bulunmadığını belirtiyorlar.

Ayaklarımızın taşıdığı yük

Yürüme sırasında sadece beden ağırlığını taşırken, koşma sırasında yaylanarak beden ağırlığının iki ya da üç katına fırlatması gerekiyor. Bu hareketi, maraton koşusunda ayak başına 12.000 defa yapabiliyor. Meksika'da yaşayan Tarahumara Kızılderilileri'nin koştuğu süper maratonda, ayaklar 36 saat boyunca hiç durmuyor. Ve onlar daha birçok şeye dayanıyorlar. Kaleciler, kale önünde topa vurup, hızı saniyeden bile daha kısa bir sürede 120 km/s'ye çıkararak 90 metre uzaklığa fırlattıklarında acı bile hissetmiyor. Paten kayan bir kişi 60 km/s hızla virajı dönerken, ayağa, daha doğrusu 1,3 santimetre enindeki kızakların üstüne 650 kilogram basınç uyguluyor. Ayak, yüksek atlama yapan atlete, çıtanın üstünden heyecan verici atlayışlar, balerine de parmaklarının üstünde nefes kesen dönüşler yaptırtıyor. Tenis oyuncusunun zıplama hareketi, kikbokser'ın hızlı tekmeleri, jimnastikçinin artistik denge hareketleri onlar olmadan gerçekleşemezdi.

Canlıya destek veren bu organlar sadece yürürken, hoplarken, dans ederken ya da koşarken de ağır çalışmak zorunda. Normal ayakta dururken bile sürekli hareket ediyor, öne, arkaya yana eğiliyor ve bu sırada bedenimizin ağırlık noktasını sürekli değiştiriyoruz. Bir de, genellikle pürüzlü zeminde hareket ettiğimiz ya da engeller üzerinden geçmek zorunda olduğumuz düşünülürse... O anda burnumuzun üstüne düşmememiz için, ayağımız yıldırım hızıyla tepki vermeli ve yeri güvenli kavramalı.

Ayak tabanında bu işleri yapmakla görevli yüzlerce sinir reseptörü var. Beynimize, ayakların bulunduğu yer ve zeminin nitelikleriyle ilgili sayısız bilgi gönderiyor. Kafatasının içindeki bilgisayar da, ayaktaki ve bacaktaki kasları harekete geçirerek, doğru pozisyonu almamızı sağlayan belirsiz sinir sinyalleri gönderiyor.

Ayağımızın Anatomik Yapısı
Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 600x600 ebatlarında ve 54 KB. boyutundadır.


Bir tek ayagimizda 26 kemik, 33 eklem, 107 bağ, 19 kas ve tendon bulunur. Vücudumuzdaki tüm kemiklerini ikiayağımızda yer alır.

Günde ortalama 8.000 adım atan 77 kg. ağırlığında bir insanın ayaklarındagün içinde toplam 1.000 ton basınç oluşur.

İki ayağımızda toplam 250.000 terbezi bulunur. Bu ter bezleri bir günde 285 ml’ye kadar ter üretirler.

Ortalama bir insan günde 8.000-10.000 adım atar. Bu da hayat boyunca yaklaşık 185.000 km eder ki, dünyanın çevresini 4 kez dolaşmaya eş değerdir.

İnsanların sadece çok küçük bir yüzdesi doğuştan ayakproblemlerine sahiptir.
Ayak problemlerı çoğunlukla ihmal, bilgisizlik, bakım eksikliği ve ayağa uyumsuz ayakkabılar giymekten kaynaklanır.

Ayaklariçin en iyi egsersiz yürümektir. Yürümek aynı zamanda genel sağlığımız için de faydalıdır.

Ayakklar genel sağlık durumumuzun aynasıdır. Artrit, Şeker, sinir ve dolaşım bozuklukları gibi birçok ciddi rahatsızlığın ilk belirtileri ayaklarrda görülür.
Resim yeniden ölçülendirildi. Resmi orjinal ölçülerinde görmek için burayı tıklayın. Orjinal resim 600x600 ebatlarında ve 391 KB. boyutundadır.


Ayak temizliği

Ayağın bakımıyla ilgili ikinci yapılacak iş ayağın temiz tutulmasıdır.

Ayağın temizliği için su ve sabun yeterlidir. Ayaklar günde en az bir kere mümkünse ve tercihen yatarken sabunla yıkanmalıdır. Kesinlikle deterjan veya herhangi bir deriye olumsuz etkisi olabilecek bir madde kullanılmamalıdır. Ayağın tümü ama özellikle parmak aralarını, dikkatlice yıkamakta yarar vardır. Yıkama işleminden sonra da mutlaka ayak kurulanmalıdır.

Ayak nasırı

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırından çektiği kadar
Hatta çirkin yaratıldığından bile o kadar müteessir değildi
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını
Günahkâr da sayılmazdı
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye”

Orhan Veli’nin şiirine böyle konu olmuştu Süleyman Efendi’nin nasırları. Günümüz insanının da başı nasırlarıyla dertte. Özellikle de hanımların…

İnsanlar genelde ilk zamanlar nasırlarını önemsemez. Gün geçtikçe daha da derinleşen kalın deri tabakası artık can yakmaya başlar. Hem de ayağınızı her yere bastığınızda. Sonra, halk arasında dilden dile dolaşan ‘nasır tedavi metotları’ uygulanır. Lakin tüm uğraşlar boşa çıkar, ‘Nasır bitti, gitti’ derken yine çıkıp geliverir. Peki bu nasırlar niye oluşur? Korunmak için nelere dikkat etmek gerekir? Günümüz kadınının başı neden nasırlarıyla dertte? Evde tedavi yöntemlerinden diyabetliler ve sinir sistemi hastalarının nasırlarına nasıl müdahale edileceğine kadar birçok önemli bilgi bu satırlarda…

Sürtünme veya baskı sebebiyle cildin belli bir bölgesi tahriş olduğunda deri kalınlaşarak bu duruma tepki veriyor. Oluşan kalın deri tabakasına da nasır deniyor. Genellikle nasırlar bedenin ağırlık taşıyan bölgelerinde ortaya çıksa da vücudun hemen her yerinde görülebiliyor. En ‘popüleri’ ise ayak nasırları.

ESKİDEN ERKEKLERDE DAHA ÇOK RASTLANIYORDU

Karabük Devlet Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Habibullah Aktaş, nasırların ana sebebinin, ayağın bir veya birkaç bölgesinde, sürtünmeyle birlikte oluşan fazla basınç olduğunu belirtiyor. Dr. Aktaş, diğer sebepleri de sıralıyor: “Sıkı, ayak yapısına uyumsuz, yüksek topuklu ayakkabılar giymek, dışarıda yalın ayak yürümek, parmaklardaki deformasyonlar, ayağın fazla kemikli olması ve yanlış yürüme (basma) hareketi.” Dermist Medikal ve Sağlık Hizmetleri’nden Dermatolog Dr. Zafer Türkoğlu ise nasırların oluşma sebebini “anatomik ve mekanik” olarak ikiye ayırıyor. Ayak parmak kemiklerinde görülen yamukluk, düz ya da çukur taban olmak gibi yapısal bozuklukları anatomik; dış etkenlerle oluşan nasırları da mekanik sebeplere bağlıyor.Göztepe Hastanesi’nden Uz. Dr. Salih Küçükoğlu da ani çarpma, sıkışma, bükülme sebebiyle de vücudun herhangi bir yerinde nasır oluşabileceğine dikkat çekiyor.

Dermatologlar son yıllarda ayakta nasır oluşumunun arttığını, uzun uğraşlara rağmen hastalıklarına şifa bulamayanların hekimlere başvurduğunu anlatıyor. Fakat işin en dikkat çekici yanı, önceki yıllarda çoğunlukla erkeklerde rastlanan bu ayak hastalığının günümüz kadınlarında daha fazla görülüyor olması. Dermatolog Dr. Salih Küçükoğlu, sivri burunlu ayakkabılar çıktıktan sonra ayak tabanının ön kısmı, parmak araları ve küçük parmağın dış yüzeyinde çıkan nasırlar sebebiyle pek çok hanımın kendilerine başvurduğunu söylüyor. Dr. Küçükoğlu, çalışan, takım elbise altına sivri burunlu ayakkabı giyen erkeklerin de nasır problemiyle karşılaştığını anlatıyor. Dr. Habibullah Aktaş ise karşılaştığı vakalardan yola çıkarak nasırın hanımlarda değil, erkeklerde daha çok görüldüğünü iddia ediyor. Çünkü günümüz Türkiye’sinde hâlâ hanımların büyük bir kısmı evde, çalışmıyor. Erkekler ise dışarıda; gün boyunca ayakları ayakkabı içinde ve sürekli hareket halinde. Dolayısıyla mekanik tahribat erkeklerde daha fazla.

Çevresindeki normal deriye göre daha sarımsı renkte, kalın bir tabaka olarak tanımlanan nasır; çoğunlukla koni şeklinde, sert yapıda görülse de ayak parmağı arasındakiler daha yumuşak oluyor. Nasırların hissedilen en önemli belirtisi ise günün sonunda ağrı yapması ve basınçla karşılaşınca ciddi rahatsızlık vermesi. Ayrıca kronikleştiğinde ya da şiddetli olduğunda, çevresindeki deri kızarıyor ve hareketsizken bile şiddetli ağrı yapıyor. İşte bu noktadan sonra ‘nasırzedeler’ doktorların kapısını çalışıyor.

Tedavi yöntemleri nasırın derinliğine göre değişiyor. Eğer çok ince bir tabaka halindeyse deri, ılık su içinde ayaklar bekletildikten sonra küçük müdahalelerle kalın deri temizlenebiliyor. Eğer hastalık biraz daha ilerlediyse uzmanlar, içinde yüzde 40 salisilik asit bulunan koyu kıvamlı kremi tavsiye ediyor ve bu vesileyle kalın tabakanın yumuşayıp erimesi bekleniyor. Nasır yakıları da bu durumda işe yarıyor. Salisilik asit içeren bu bantlar nasırın tam üstüne yapıştırılıp 24 saat bekletiliyor. Üst tabakası yumuşayan nasır, steril bir bıçakla kişiye acı vermeyecek derinlikte oyulup temizleniyor. Eğer tek uygulamada nasır yumuşamazsa birkaç kez daha aynı işlem tekrarlanıyor.
 
EKLEMLER ve EKLEM SIVILARI

İki kemiğin birleştiği yerde bulunurlar. İçerdikleri eklem sıvısı miktarı hareket yeteneklerini belirler. Buna göre üç gruba ayrılırlar.



1. Hareketli Eklemler: Kol ve bacaklarda bulunurlar. Ortak bir kapsülle çevrilmişlerdir. Kapsülle eklem arasındaki boşluk eklem boşluğudur. Kemikler arasındaki boşluklar kiriş bağları denilen doku ile doludur. Eklem bölgesinin iç yüzeyinde bağ doku ve epitel dokudan oluşan sinovial zar bulunur. Bu zar yumurta akı gibi bir salgı oluşturur. Bu salgı eklem uçlarını kaygan halde bulunmasını sağlar. Eklem yüzleri eklem kıkırdağı ile örtülüdür. Bu bağlar ekleme sağlamlık ve hareket kolaylığı sağlar. Ayrıca kemikler arasında bağ dokudan meydana gelen eklem bağları da bulunur. Bu tür eklemlerde eklem sıvısı çok fazladır.

2. Hareketsiz Eklemler: Kemikler testere dişi gibi girinti ve çıkıntılarla birbirine bağlanmıştır. Tamamen hareketsizdirler. Kafa tası kemiklerinde görülür. Kemikler arasında eklem sıvısı bulunmaz.

3. Az Hareketli Eklemler: Omurgada olduğu gibi kemiklerin kısıtlı hareket etmesini sağlayan kemiklerdir. Omurlar arasındaki kıkırdak dokunun esnekliğine bağlı olarak kısıtlı hareket ederler. Eklem sıvısı azdır.

Eklem Sıvısının İçerisindeki Gazlar

Kimi insanlar, her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları gererek ses çıkartırlar, yani çıtlatırlar. Çoğumuz buradan gelen sesin kemiklerden geldiğini sanırız, hatta rahatsız oluruz ama nedense bunu yapanlar durumlarından memnun görünürler. En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin, parmaklarınızda iki kemiğin birleştiği yerde bir bağlantı kapsülü ve bu kapsülün içinde de, kemiklerin hareketleri sırasında, buraları yağlayan bir Sıvı bulunmaktadır. Bu Sıvının içinde erimiş durumda oksijen,nitrojen ve Karbondioksit gazları bulunur...

Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının Basıncı azalır ve Gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte duyduğumuz bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar sonucunda Gazlar bu sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket yeteneğini artırır. Kuşkusuz ki eklem yerinin gerilmesi bu kapsülün boyu ile sınırlıdır.

Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekmiş olsanız,eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki Hacmi yaklaşık yüzde 15-20 artırır. Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir, çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içerisinde tekrar oluşması biraz zaman alır. Tüm bu açıklamalar, deneylerle kanıtlanmasına karşın, yine de bu kadar küçük gazın, bu denli büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir.



Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.

Peki, parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz için zararlı mıdır? Bunu alışkanlık biçimini getirenlerde, eklemler çevresindeki yumuşak doku zarar görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısıyla elin kavrama gücü azalmaktadır.
 
Kıkırdak veya kartilaj hayvansal bir dokudur. Vücutta yarı taşıyıcı bir görev üstlenir. Kemik dokudan daha yumuşak ve esnek bir matrise sahip olan kıkırdak dokuda damar bulunmaz, kıkırdak hücreleri bu matristen difüzyon yoluyla madde alış verişi yaparlar.

Kıkırdak eklemlerde, göğüs kafesinde, kulakta, burunda, boğazda ve omurlararası disklerde bulunur. Üç ana kıkırdak tiği mevcuttur: hiyalin, elastik ve fibröz kıkırdak (fibrokartilaj).

Hücreler

Kıkırdak doku (kondrosit) ve (kondrosit) öncülleri olan kondroblast ihtiva eder. Kondroblastlar matrisin salgılanması ve bakımından sorumludurlar. Matris içindeki kontroblastlar olgunlaşarak kondrositlere dönüşürler. Kondrositler lakuna olarak adlandırılan boşluklarda bulunurlar. Kondrositlerin hemen etrafındaki matrise teritoryal matris denir.

Lifler

Kıkırdak kolajen ve elastik lifler içerir. Hiyalin kıkırdakta, Tip II kolajen kuru ağırlığın yaklaşık %40'nı oluşturur. Elastik kıkırdak da elastik lifler içerir. Fibrokartilaj hiyalin kıkırdaktan daha büyük oranda kolajen ihtiva eder.


Hiyalin kıkırdak dokusu

Kıkırdak tipleri

Üç farklı kıkırdak tipi bulunur. Bunların hepsi bulundukları yerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde farklı özelliklere sahiptir.

En sık rastlanan kıkırdak tipidir. Hiyalin sözcüğü Yunanca hyalos yani "cam" sözcüğünden türemiştir. Yarısaydam (ışığı hafif olarak geçiren) matrisi nedeniyle bu ismi almıştır. Hareketli eklemlerde bulunur. Ayrıca kemiklerin içinde kemikleşme merkezi olarak çalışacak şekilde bulunur. Ek olarak burun, gırtlak ve nefes borusu gibi büyük solunum yolları duvarlarında da bulunur. Hiyalin kıkırdağa mikroskop altında bakıldığında bazı hücrelerin birbirinden ayrılmadığı,ikili veya üçlü halde kaldığı görülür ki bunlara izogen gruplar denir.



Elastik Kıkırdak

Elastik kıkırdak (sarı kıkırdak olarak da anılır) kulak kepçesinde ve çeşitli borularda (örneğin: gırtlak, östaki borusu) bulunur. Bu borulardaki kıkırdak boruların sürekli olarak açık kalmasını sağlar. Elastik kıkırdak hiyalin kıkırdağa benzerdir fakat hiyalin kıkırdaktan farklı olarak, Tip II kolajenin yanı sıra matrise dağılmış elastik lifler içermesidir. Bu dokuyu sert ama elastik kılar.

Fibröz Kıkırdak (Fibrokartilaj)

Fibröz kıkırdak veya fibrokartilaj, ismini yoğun oranda fibröz doku içermesinden alır. Zaman zaman beyaz kıkırdak olarak da anılır. Omurlararası disklerde, bazı tendon veya ligamanların kemiklere bağlandığı yerlerde bulunur. Omurlararası disklerde bulunan fibröz kıkırdak hiyaline oranla daha fazla kolajen ihtiva eder. Hiyalin ve elastik kıkırdakların tersine, fibröz kıkırdağın perikondriyumu bulunmaz.
 
Omurga Anatomisi

Omurga anatomisi genel olarak 3 bölümde incelenir. Bu bölümlerde 7 boyun, 12 sırt, 5 bel omuru bulunur. Bel omurlarının hemen altında embriyolojik olarak omurga yapısındaki sacrum kemiği ve onun da altında yine embriyolojik olarak omurga kökenli kuyruk sokumu kemiği bulunur.





Bir omurga kemiğinde değişik parçalar vardır.Gövde denilen ana parça yük taşıyan en önemli parçadır. Gövdeler disk denilen esnek bir doku ile birbirleri üzerinde sıralanır. Gövdenin hemen arkasında omuriliğin geçtiği kanalı çevreleyen laminalar bulunur. Laminaların yanlarında 2 transfers çıkıntı, arkasında spinöz çıkıntı omurga çevresi kasların yapışma noktalarıdır. Her omur alt ve üstte toplam 4 faset eklem ile diğerlerine bağlanır. Bu kilit sistemi omurganın sabitliğini sağlar. Gövde ile laninaların arasındaki oluktan sinir kökleri çıkar. Alttaki 4 bel omurundan çıkan sinir köklerinin bazı dalları birleşerek siyatik siniri oluşturur. Siyatik sinir kısa bir mesafe leğen kemiğinin arka duvarı boyunca karında seyrettikten sonra kalçanın ortasından dışarı çıkar ve bacağın arkasında orta hattı boyunca aşağı doğru iner. Bu sebeple bel omurlarındaki bir takım hastalıklarda ( bel fıtığı, bazı tümörler gibi) ağrı kalça içinden bacağa doğru hissedilir.



Omurlar birbirinden disk denen etrafı halka biçimli sert annulus denen yapı ve ortasında jöle kıvamında nucleus pulposus dan oluşan dokuyla ayrılır. Bu annulus denen halka kırılırsa aradan nucleus pulposus dışarı çıkarak omuriliğe veye sinir köklerine bası yapar ki bunun en bilinen ismi fıtıktır.



__________________

Omurilik soğanı:
Beynin son kısmı ile omuriliğin başlangıcıdır. Dış görünüşü taze soğana benzer. Beyin ile omurilik arasındaki sinirsel iletimi sağlar. Vücut organlarından beyne, beyinden vücuda giden sinirlerin bir kısmı doğrudan geçer, bir kısmı buradan geçerken çaprazlaşır. Bu yüzden beynin sağ yarım küresi vücudun sol tarafını, beynin sol yarım küresi vücudun sağ tarafını kontrol eder.



Görev Ve İşlevleri:
1- Solunum, boşaltım, dolaşım gibi istemsiz çalışan sistemlerin çalışmasını düzenler.
2- İsteğimiz dışında gerçekleşen, iç organların hareketlerini yönetir.
3- Kalbin çalışmasını, kan damarlarının genişleyip, büzülmesini kontrol eder.
4-Kusma, öksürme, hapşırma, yutma, çiğneme, metabolizma gibi olayları düzenler.
5- İdrar torbasının çalışmasını kontrol eder.

Omurilik soğanı, özellikle dolaşım ve solunumu kontrol etmesiyle, hayat düğümü olarak adlandırılır. Omurilik soğanı çıkarılan bir insan ölür.



Omurilik:
Omurilik soğanından başlayıp, omurga kanalı (omurga kemiklerinin üst üste dizilmesiyle oluşan kanal) içinden, kuyruk sokumuna kadar devam eden bir sinir demetidir. Omurga kanalı, omuriliği dış etkenlerden korur.

Görev ve işlevleri:
1-Beyin ile çevresel sinir sistemi arasındaki bağlantıyı sağlar. Beynin gönderdiği emirleri kaslara ve iç salgı bezlerine götürür.
2- Refleks hareketlerinin merkezidir.
3-Sürekli yaptığımız hareketler, önce beynin denetiminde gerçekleşir. Bunlar iyice öğrenildikten sonra denetimi omurilik alır. Hata yapılınca beyin tekrar devreye girer. Örneğin, dans etme, spor yapma, örgü örme, araba kullanma gibi alışkanlık haline getirilmiş hareketler.
Refleks
Dış çevreden gelen bir uyarı etkisi ile vücudun ani olarak, istem dışı ve düşünmeden verdiği tepkidir. Refleks hareketler, mekanik, fiziksel, kimyasal veya ruhsal sebeplerle olabilir.

Mekanik
Ayağın gıdıklanması, diz kapağına vurma etkenleriyle oluşan refleksler gibi.

Fiziksel
Güneş ışığında göz bebeğinin küçülmesi gibi.

Kimyasal
Limon yendiğinde tükürük sıvısının daha çok salgılanması gibi.

Ruhsal
Limon denildiğinde ağzın sulanması gibi.

İki tip refleks vardır:
1- Kalıtsal Refleksler: Doğuştan gelir, kişinin kalıtsal yapısında bulunur. Örnek: yeni doğan bebekte emme refleksi, diz kapağı refleksi, çok sıcak cisme dokununca elin çekilmesi, karanlıkta gözbebeğinin büyümesi.

2- Şartlı Refleks: Öğrenme yoluyla sonradan kazanılır. Bu tip refleksler önce beynin kontrolündedir. Sonra omuriliğe geçer.
Örnek: Bisiklet sürmek, dans etmek, şarkı söylemek, limon görünce ağzın sulanması.
 
ÇEVRESEL SİNİR SİSTEMİ
Beyin ve omurilikten çıkan sinirler ve bunların kolları çevresel sinir sistemini oluşturur.

1.Somatik sinir sistemi: Beynin kontrolündeki istemli hareketlerin yapılmasını sağlar. Örneğin; Konuşma okuma, yürüme gibi.

2.Otonom sinir sistemi: İstemsiz hareketleri kontrol eder.Hormon sistemi ile birlikte iç organlarımızın çalışmasını düzenler.

SİNİR SİSTEMİNİN SAĞLIĞI:
Hasar gören sinir hücreleri kendini yenileyemez. Üstelik sinir sistemindeki bir bozukluk diğer sistemleri de etkiler. Darbe alma, dengesiz beslenme, stres, uykusuzluk, sigara, alkol sinir sisteminde hasara yol açabilir.

Sinir sistemimizle ilgili rahatsızlıkların bazıları şunlardır:

Felç: Hareket sinirlerinin zedelenmesi veya kopması durumunda, ilgili organlardaki kaslara emir ulaştırılamaz. Ayrıca bu organlara ait kaslar, organı çalıştıramaz.

Akıl Hastalığı: Temel düşünce ve davranışlarda, yaşama ve insan doğasına uymayan davranışlara ve davranış bozukluklarına sahip kişilerde görülür.

Menenjit: Beyni ve omuriliği örten zarın iltihaplanmasıdır. Tedavi edilmezse öldürücüdür.

Sara: Beyin hücrelerinin ani bilinç kaybına uğramasıdır.

Kuduz: Virüslerin sebep olduğu hastalıktır. Tedavi edilmezse öldürücüdür.

Multiple Skleroz (MS): Vücudun bazı sinirlerinde, miyelin kılıfın parçalanmasıyla oluşur. Görme, konuşma, denge, eş güdümde bozukluklara, sakarlık ve titremelere yol açar. Tedavisi henüz yoktur.

Parkinson: Mesajların sinapslardan atlamasını sağlayan kimyasal ileticiler görevini yapamaz. Bu yüzden vücudun bazı yerlerinde titremeler, sarsılmalar olur.

-------oOo------- mezatforum.com sitesinden alıntıdır.
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol